Sevgili seyir severler merhaba,
Uzakdoğu seyrimiz sonrası liman işlerimiz , Antalya için de seyir hazırlıklarımız devam ederken çok hoş bir gelişme oldu ....
Sevgili arkadaşlarımız "Berk ve Safiye Bellaz" ın İstanbul'a hoş geldiniz ziyaretlerinde, müstakbel dönemlerdeki faaliyetlerimizle ilgili sohbet sırasında çeşitli dönemde yaptıkları kendi seyirleriyle ilgili not tuttuklarını öğrendim..
Araştırmacı blog yazarı olarak bu notları kendilerinden istedim ve müsaadelerinide alarak siz seyir severlerin müstakbelde ki seyirleri için paylaşıyorum..
Bu arada "Bellaz çiftine" paylaşımları için kalbi şükran ve sevgilerimi sunarken...
Tüm seyir severlerin bu örnek davranışa katılımlarını beklediğimi..
Kendi seyirlerinizin resim ve hatıratlarını blogumda "misafir gezgin anıları"olarak yayınlamaktan mutlu olacağımı ifade etmek isterim...
Son derece akıcı ,açıklayıcı ve içten bir anlatımla yazılmış hatıratı keyifle okuyacağınızı kıymetlendirirken .. Kendinizi oralarda hissedeceğinize eminim..Hayırlı seyirler....
"Yazan Safiye-Berk BELLAZ....Balkan Turu...
Gezimiz Atatürk Havalimanından Bosna-Hersek Havayollarının 56 kişilik 2 motorlu
pervaneli uçağı ile başladı. Son derece sevimli, kişiliği olan bir uçaktı. Daha
uçağa yaklaşırken bile merdivenlerinin o zarifliği, o küçüklüğü ile öyle farklıydı
ki. 2 saat 30 dakikalık bir yolculuktan sonra Saraybosna’ya indik. Havaalanı
son derece küçüktü ama güvenlik kontrolleri sıkıydı. Çıkışta bavulların ve
üstümüzün sanki havaalanına giriyormuş gibi aranması ilginçti. Dışarıda
otomatik tüfekli, çelik yelekli iriyarı 3 Bosna askeri bekliyordu.
Şehir merkezine gitmek için toplu ulaşım aracı olmadığından taksi
tutmanız gerekiyor. Baş Çarşı’ya gitmek için taksiye yaklaşık 15 dakikalık mesafe
için 30 KM
(yaklaşık 30 YTL) ödedik. Bosnalı sürücü biner binmez arabanın teybine bir Arap
müziği koydu. Bize cep telefonundan Dubai’de taksi sürücülüğü yaparken
tanıştığı Sudan’lı karısının ve çocuklarının resmini gösterdi. Kendi rengi ile
ailesininki oldukça zıt renkler oluşturuyordu. İngilizce çok iyi anlaşamadık,
Almancayı daha iyi biliyormuş. Özellikle söylememize rağmen bizi resmi değil
özel bir turizm danışma bürosunun yakınlarına bıraktı. Ayrılırken “Allah’a
emanet ol” dedi. Oradaki pansiyon seçeneklerinden pek tatmin olamadık. Resmi
turizm bürosuna gittik, orada gerçekten çok ilgilendiler. Birçok yere telefon
ettiler. Hazırladıkları harita ve tanıtım broşürleri oldukça tatminkâr. Bize
önerdikleri pansiyona giderken yolda Başçarşı meydanına 50 metre mesafede Lion (www.lion.co.ba)
(+387 (0)33 236 137) adlı bir pansiyonda şansımızı denemek istedik. Tam isabet!
Dışarıdan çok çekici görünmeyen bu yer, içeri girdiğimizde bize son derece
temiz ve sevimli geldi. Tüm ihtiyaçlarımıza cevap veren bu pansiyonda duş ve
tuvalet paylaşılıyor ama sayıları birden fazla olduğundan bir sorun yaşamadık.
Üstelik çamaşır yıkayabileceğiniz bir makine ve ütü mevcut. Burada iki kişi
için günlük 30 Euro ödeyerek 2 gece kaldık. Dönüşte tekrar kalmak üzere
rezervasyon yaptırdık.
Eski Saraybosna, yemyeşil tepeler içinde bir şehir, içinden akan Miljacka
Nehri şehre ayrı bir güzellik katıyor. Savaş izlerine rağmen yaşanabilecek
güzel bir şehir. Tramvaylar eski ve bakımsız ama çok düzenli. Her hattın ayrı
ayrı 10 dk. bir seferi var. Trafik problemi yaşamıyorsunuz. Ferhadija yürüyüş yolu şehrin en çekici
bölgesi. Bu cadde Başçarsı meydanındaki Sebil’den başlayarak eski şehri boydan
boya geçiyor. Başçarsıdaki Sebil bir halk çeşmesi ve adeta Saraybosna’nın
sembolü olmuş. Meydan güvercinlerle dolu. Gördüğümüz en görkemli binalardan
biri nehrin güneyindeki kütüphane binası oldu. İç savaş bu binanın Sırp azınlık
tarafından yakılması ile başlamış bu yüzden savaşta en çok hasar gören
yerlerden biri de burası. Saraybosnalılar bu zulmün unutulmaması ve her zaman
hatırlanması gerektiğini söyleyen bir yazıyla acılarını dile getirmişler. Yazı
“Affet ama unutma” sözleri ile bitiyor. Ferhadija caddesi üzerindeki en önemli
yapılar; Gazi Hüsrev Begova Camii ve medresesi ile Brusa Beziztanı. (Bedesten
olarak da geçiyor.) Bu pazarı büyük vezir Rüstem Paşa tasarlamış. Bu bölgeye
yakın bir yerde Yahudi bölgesi bulunuyor ve Yahudi müzesi gerçekten son derece
iyi organize edilmiş modern ve bakımlı bir müze, kesinlikle görmeye değer. Başçarşı
meydanından nehre doğru giden yol üzerinde şehir müzesi yer almakta. Eserlerin
sergilenmesi son derece başarılı olmasına rağmen kendi dilleri dışında bir
bilgi verilmiyor. Bunun nedenini anlamakta zorlandık. Kısa bir Baş Çarşı
turundan sonra o gün bizi en çok mutlu eden şey nefis bir cevabi oldu. Zeljo’da
hiç yemediğimiz kadar lezzetli cevabi gerçekten harikaydı. Bizim Sultanahmet
köftesine benziyor ve nefis tombik bir pidenin içinde servis ediliyor. Ayran
istediğimizde yarım bardak yoğurt ile başka bir yarım bardak su geldi. Yaklaşık
yemek için 15 KM
ödedik. Daha sonra Bosna Hersek’in eski dönemlerde en önemli hanlarından biri
olan Morica Han’a gittik. Rahat lokum ile birlikte servis yapılan Bosna
kahvemizi içtik. Sunum çok özel, bakır bir tepsi ile gelen kahvenin fincan
altlıkları ve cezveler bakır. Kahvenizi kendiniz fincana koyuyorsunuz. Şekerli
kahve isteyen şekeri sonradan içine atıp karıştırıyor. Morica Han’nın
avlusundan yukarı kata çıktığımız zaman eskiden kervan yolcularının ağırlandığı
odalar bu gün ofis bürolarına; daha çok da avukatlık bürolarına dönüştürülmüş.
Çıkışta, İstanbul’da çalıştığımız kaynaklardan birinde tavsiye edilen Egipat
dondurmasını büyük bir heyecanla aldık ama epey hayal kırıklığına uğradık. Ama
dondurma fiyatları İstanbul ile karşılaştırıldığında çok uygun. Dondurma sevenler
müjde! 1-2 KM’ye kocaman dondurmalar yiyebilirsiniz. Bedestan bizimkinden yapı
olarak çok farklı değil ama içeride bizdeki gibi özgün hediyelikler satılmıyor.
Bize yakın civarda daha ilginç gelen Kazancılar (bakırcılar ve antikacılar)
çarşısı oldu. Burada savaştan geriye kalan mermi, havan, top vb. materyallerden
hediyelik eşya yapmaları çok ilginç geldi bize. İç savaşta kullanılmış bir
kurşundan yapılmış bir anahtarlık ilginizi çeker miydi? Bu bir açıdan da çok
acı. Bunlardan o kadar çok ki, ama sanırım bunu kazançlı bir turistlik nesneye
dönüştürmek çok da akıllıca. Bu caddenin
hemen yanında Pazar Camii var. Baş Çarsı’da birkaç dilenci gördük ama bunlar
bizimkiler kadar rahatsız edici değil. Saraybosna savaşta en çok zarar gören
bir bölge. Şehir hala o acı günlerin izlerini sıradan bir evin duvarında,
olağanüstü güzellikte bir tarihi yapının çatısında veya girişinde görebiliyor.
Çok acı ama yine de onlar için herkes gibi hayat devam ediyor.
Ertesi gün ilk işimiz bürek (börek) yemek oldu. Maalesef ikimizde yemeğe
bayılıyoruz. Sıcacık, nefis kokulu ıspanaklı, peynirli, kıymalı büreklerimizi
afiyetle ve tekrar yollara düştük. Ferhadja caddesinden Trg Oblobodenja’ya
doğru yürürken karşınıza bir buluşma noktası olan Özgürlük meydanı çıkıyor. Bu
noktada Saraybosna’nın en büyük Katolik kilisesini (Saborna Crkva)
göreceksiniz.
Buraya yakın bir seyahat acentasından kişi başı 47 KM ödeyerek Dubrovnik’e
otobüs biletlerimizi aldık. Acentanın müdürü Türkoloji eğitimi aldığı için
Türkçe biliyordu. Daha sonra Katedralin önündeki meydanda, kitapta bize
önerilmemesine rağmen Olimpia sodasını bayılarak içtik. Yerel biralar da fena
değil. Tekrar Turizm Bürosuna uğrayıp rafting ile ilgili bilgi almak istedik.
Bunun için en uygun yerin Una nehri olduğunu öğrendik. Rafting yapmayı çok
istiyorduk ama bu yer planladığımız rotamızın çok dışında ve oldukça uzak
yaklaşık 7 saatlik bir otobüs yolculuğu gerekiyor. Umarım bunu bir gün
gerçekleştirebiliriz.
Şehrin her yerine sizi götürecek günlük tramvay biletleri satılıyor. 530 Km ye
aldığınız biletle tramvayı o gün içinde istediğiniz kadar kullanabilirsiniz.
Biz ilk önce 1 numaralı tramvay ile şehir merkezine yaklaşık 30 dk. uzaklıktaki
Ilıca’ya gittik. Burası, denizi olsa sanki Büyük Ada’ya benziyor, yemyeşil bir
kaplıca merkezi. Doğal kaynak sularını kullanan birçok termal otel var. Burası
Avusturya- Macaristan imparatorluğu döneminde aristokratların yazlık evlerinin
bulunduğu bir yermiş. Bu köşkler son derece bakımlı ve turizm amaçlı
kullanılıyor. Ilıca’nın Aleja bölgesinde motorlu taşıt bulunmuyor. Faytonlarla
bir tur atabilir veya bisikletle etrafı gezebilirsiniz. Buraya çok uzak olmayan
bir bölgede bir Roma köprüsü var ama bu günkü hali bir Osmanlı yapısı. Bu bölge
Ilıca termal suların yakınında yer aldığından buraya yerleşen eski Romalılardan
bu ismi almış olması muhtemel. Burada yaklaşık 1-2 saat kaldık. Bir cafede
oturup soğuk biralarımızı içtik, dinlendik ve merkeze, Baş Çarşı’ya gitmek
üzere geri döndük.
Hemen hemen her kaynakta ısrarla bahsedilen İnat Kuca ( Sahibinin ismi
buymuş) yerel lokantasında Begova çorbası(dilenci çorbası) içtik. Bu çorba tüm
gezi kitaplarına konu olmuş. Sebze ve tavuk etinden yapılan enfes bir çorba.
Dekorasyon Osmanlı kültürünü yansıtıyor ve yemeklerde de yerel ve özgün tatlara sahip, denemeye değer.
O gün Çağdaş Sanatlar Müzesi tadilatta olduğu için giremedik. Müze,
camii, kilise gezi faaliyetlerimizi sıkıştırmadan, Hırvatistan dönüşü
gerçekleştirmeye karar verdik. Gezimiz 13. Baş Çarsı Festivaline denk geldi.
Akşam bir açıkhava konserine gittik. Yaklaşık 1 ay süren etkinlikler gerçekten
dolu dolu. Etkinlikler listesinde Ahmet Özhan ve Goran Bregoviç’in adını gördük
ama ertesi gün ayrılacağımızdan onları dinleme fırsatımız olmadı. O akşamki
programda Fransız Senfoni orkestrası
eşliğinde Bosna-Hersekli koroyu ve 3 özel solisti dinleme fırsatını
yakalayabildik.. Klasik parçaları caz, rock’roll ve pop tarzında söylediler.
Klasik müziği daha geniş kitlelere sevdirmek için harika bir yol bence. Çok
eğlenceliydi. Konserden sonra çarşıda eski Galatasaray’lı Tarık Hosiç’e
rastladık. Türkçe konuştuğumuz sırada bizi duymuş olmalı. Yanımıza geldi.
Kendini tanıttı. Güzel kısa bir sohbetten sonra birlikte fotoğraf çektirdik.
Gece bitmedi. Yine yolculuk için yararlandığımız kaynakların birinde
“geceye City Pub’da devam edin” diyordu ama burası açıkçası çok hoşumuza
gitmedi. Yaş ortalaması 20-25 ayakta içki alınan kapalı ama insanların dışarı
taştığı bir yer. O gece bizim favorimiz Zalatka Ribika idi. Burası uyumsuzluğun
muhteşem uyumunu yakaladığımız bir yer. Küçücük bir bar ama ne ararsanız var.
Burası yaşayan bir koleksiyon. Yılların birikiminin sergilendiği özel bir yer
burası. Tabaklar, fincanlar, çok değişik tasarımlı antika sandalyeler. Birbirinin
aynısı hiçbir sandalye ve masa yok. Bir köşede minicik siyah beyaz bir
televizyon, şemsiyeler, fotoğraf makinaları ve aklınıza bir barda bulunması
olağan gelmeyen yüzlerce şey. Tuvaletinde her marka hijyenik bağdan, çeşitli
renklerde dantel bayan çamaşırına, her çeşit makyaj malzemesi ve çeşitli
losyonlara kadar banyo-tuvalet kültürüne ait bir çok nesne. Gerçekten çok
ilginç. Servis edilen şaraba da bayıldık. Adı Blatina. Ülkemize götürmek için
marketten birkaç şişe aldık Fiyatları çok uygun. Keşke daha çok götürebilsek.
Gece 2300 otobüsü ile Dubrovnik’e gittik. Saraybosna’da 1
numaralı tramvay sizi otobüs terminaline götürüyor, taksiye gerek yok. Yolculuğumuz
6.5 saat olması gerekirken 5.5 saat
sürdü. Saat 415 ve biz Dubrovnik’teyiz. Bir taksi ile merkeze
gittik. Hırvatistan’ın en turistik yeri Dubrovnik, oranında en merkezi yeri ana
caddesi ve sabah 430 da in cin top oynarken biz eski şehri tavaf
etmeye başladık. Cadde ve meydanlarda sadece biz varız. Şehir terk edilmiş
gibi. Temizlikçiler bile saat 5 den sonra ortaya çıkmaya başladılar. Burası
gerçekten çok ilginç bir yer. Sanki bir film stüdyosunun içine düştük.
İnsanların kıyafetleri farklı olmasa kendinizi eski çağlardan birinde
sanabilirsiniz. Eski şehre girer girmez sizi muhteşem bir yapı; Onofrio Çeşmesi
karşılıyor. Dik kireç taşlı yüksek duvarların Adriyatikle karşılaştığı yerde
barok kiliseler ve saraylara ev sahipliği yapan bu ortaçağ duvarları sizi
kendinizden geçiriyor gerçekten. Onofrio çeşmesi bir 15. yy yapısı, üzerindeki
rölyefler harika. Çok erken saatte inmeyi planlıyorsanız önceden rezervasyon
yaptırmakta fayda var. Turizm Büroları 9 da açılıyor. Tesadüfen erken saatte
işe giden Maria ile karşılaştık. Kendisinin odalarını kiraya verdiğini
öğrendik. Nasıl sevindik bilemezsiniz. O an tek istediğimiz temiz bir yataktı.
Şimdiki yeni evimiz bir ortaçağ sokağında. Bir ortaçağ sokağındaki Maria’nın
evi, küçük temiz ve klimalı odalarıyla bize cennet gibi geldi. Buraya iki kişi
gecelik 50 Euro ödedik. Üst kattaki odalar antika eşyalarla döşenmiş ve daha
konforlu. Yaklaşık 70-80- Euro arası. (Maria cep: +385989421882—İngilizce
iletişim biraz zor ama elinden geleni yapıyor kadıncağız.) Ev tam merkezde,
harika ama ev ünlü bir barlar sokağında olduğundan gürültü sizi rahatsız
edebilir. Üst katlar daha iyi olabilir.
1-2 saat deriiiiin bir uykudan sonra Turizm Bürosundan gerekli bilgileri
aldık. Niyetimiz burada 3 gün kalmaktı fakat ilk gideceğimiz ada olan Mijet’den
Korcula’ya sadece haftanın bir günü feribot varmış. O yüzden yarın sabah
buradan ayrılmaya karar verdik. Milet’te bir gece kaldıktan sonra Korcula’ya
geçebileceğiz. Artık Dubrovnik’i dönüşte gezeceğiz. Tüm Hırvatistan’da tarihi
şehirlerde sokaklar çok dar en fazla 2 metre genişlikte. Pansiyonumuzun olduğu
sokaktaki masaları dışarıda olan bir cafede pursuit ve yerel peynirli
sandviçlerimizi yedik. Peynirli sandviçin içi çok güzel ılık bir zeytinyağı ile
yağlanmıştı. Cafeyi işleten kadın tipik bir yerel işletmeci kapıya yaslanıp
gelen geçenle sürekli bir şeyler konuşan, belinde önlüğü ve kendine güveni ile
1950 lerin filmlerinden fırlamış bir karakter gibiydi. Sonra limana en yakın
koyda (yürüyerek 10 dk.) yüzmeye gittik. Plajın yamaç bölümlerinde de
pansiyonlar var. Daha sakin ve manzaralı oda bulma şansınız daha yüksek.
Öğleden sonra biraz dinlenip Lobran bölgesinde, birbirlerinden çok da uzak olamayan
Cava ve Cubacobana plajlarına gittik. Birincisi oldukça küçüktü. Ama küçük
cafesi çok sevimliydi. İkincisi büyükçe bir koyda yer alıyordu. Her ikisinde de
yeme-içme ve duş ihtiyaçlarınız karşılanabiliyor. İkinci koyda, uzakta
demirlemiş harika bir yolcu gemisine bakarak berrak sularda epey yüzdük. Büyük
çabalarımıza rağmen geminin ismini öğrenemedik Odamıza döndüğümüzde oldukça
yorulmuştuk .(Hava temmuz-ağustos aylarında çok sıcak. Eylül- ekim gitmenizi
öneririz.) Sıcak insanı gerçekten yoruyor. Biraz dinlendik ve evimizin
sokağının entelektüel sanatçıların uğrak yeri olduğunu öğrendik. Hava kararmaya
başlar başlamaz, o küçük sokak tamamen doldu, insanlar tarihi taş merdivenlere
birer minder koyup içkilerini içiyorlar. Ama eğlenceli bir yer. Biz de bir ara
merdivenlere oturup ortama katılmaya çalıştık. Hırvatistan’da ailelerin
işlettiği ve hatta bazen de kendi yetiştirdikleri ürünleri servis ettikleri
restoranlar “Konoba” deniyor. Konobalar çok yaygın ve fiyatları çok uygun. Merdivenleri
çıkar çıkmaz evimizin hemen arkasında böyle bir yerde çok güzel bir akşam
yemeği yedik. Scampi ( Büyük karides) ve tereyağlı sarımsak ve şarap sosu
içinde pişirilmiş midye çok güzeldi gerçekten. Yemek öncesi bize Vinjak
(konyak) ve Travorika (yerel tatlı şaraptı sanırım) ikram ettiler. Yerel
şaraplar özel kavafta servis ediliyor, fiyatları ucuz ve genelde tatları iyi. O
akşam iki kişi 1 litreyi bitirdik. Etkisini gösterdiğini ayakkabılarımızı
ellerimize alıp hemen hemen tüm eski şehri yalınayak gezmemizden hemen anladık.
O tarihi, hafif ılık ve şaşılacak şekilde pürüzsüz taşlara dokunmak hoş bir
duygu, denemelisiniz. Tarihi şehir tamamen taş ve mermerden oluştuğu için
gündüz cehennem gibi oluyor. Gece bile taşlar hala ılıktı. Gece nasıl uyuduk
hatırlamıyoruz. Sabah kalktık Maria’mızı öptük, Çantalarımızın bir kısmını ve1
hafta sonra geri döndüğümüzde almak üzere ona bıraktık. Dubrovnik’e kısa bir
süreliğine “hoşça kal” dedik. Çünkü şimdiki hedefimiz adaları gezmek.
Feribottan veya otobüsten indiğiniz yerlerde iner inmez sizi “sobe” diye
karşılayan birçok insan görüyorsunuz. Pansiyon aramanıza gerek yok, hemen
sobeleniyorsunuz. orada anlaşıp, odayı kiralayabilirsiniz. Biz genelde
şanslıydık ama bir kez Hvar adasında çok yakın olduğu söylenip epey
tırmandığımız bir pansiyon oldu. Tutmadık tabii ama zaman kaybı oldu.
İhtiyaçlarınızı iyice anlatmanızı ve odayı görmeden tutmamanızı öneriyoruz. Ama
gemi veya otobüs ayrıldıktan sonra pansiyoncularda yok oluyor. O durumda
yapılacak en iyi şey az bir komisyon ödeyerek bir turizm şirketinin aracılığını
istemek. Doğru odayı bulma şansınız daha yüksek.
Şimdi Mijet’e giden feribottayız. Kişi başı 50 kuna ödedik. Bu yaklaşık
12-13 YTL ediyor. Mijet’de inebileceğiniz iki liman var. İkinci liman olan Polace
daha büyük ve milli park girişi buradan. İner inmez öğrendiğimize göre bir
sonraki durağımız Korcula’ya feribot sadece cumartesi günü 1105 de
ve kişi başı 50 Kuna ödüyorsunuz. Polace, tamamı çam ormanlarıyla kaplı bir
yer. Limana kısa mesafede deniz manzaralı harika bir oda bulduk. Kocaman bir
terası var ve hemen önü deniz. Çok güzel bir koy. Çepeçevre tamamı çam ağaçları
ile çevrili dar bir boğazdan girilen ince uzun göl gibi bir koy. Pırıl pırıl
bir deniz. Hemen denize girdik tabii.
Haaariiiikaaa!. Sahibi Zelyka turizm okulu mezunuymuş, bize çok yardımcı
oldu. (+385 (0) 20 744 102 veya cep: 091 88 06543) Bu odaya 2 kişi gecelik 35
Euro ödedik. Bize önerdiği ürünler sayesinde marketten aldığımız nefis bir
peynir, pursuit ve şarapla terasta kendimize bir ziyafet çektik. Biraz
dinlendik ve milli parkı gezmek üzere yola çıktık. Aslında adanın tamamı koruma
altındaymış. Milet adası yemyeşil, yaklaşık 40 km. uzunluğunda bir ada.
Motorlu taşıt, kiralık verilen birkaç araç dışında, çok az. Milli park girişinde 90 Kuna ödüyorsunuz ve
bir minibüs sizi alıp 15 dk. bir mesafedeki gölün yanında bırakıyor. Minibüs
kalkış noktasında saat başlarına 10 kala ve 10 geçe hizmet veriyor. Bu zümrüt
gibi adada milli parkı bisikletle de gezebilir ve park içindeki göllerden
birinde yüzerek mola verebilirsiniz. Milli park ücretinin içine botla gölün
ortasındaki tarihi bir manastıra yapılan gezide dahil. Ada ve manastır çok
güzel, burası minik bir rüya ülkesi sanki. Adanın tamamını kısa sürede
dolaşıyorsunuz. Çok keyifli fakat manastır tamirat gördüğü için kapsamlı olarak
gezmemiz mümkün olmadı ama yanındaki kiliseyi gezebildik. Yakınlarda bir de
minik bir şapel var. Yaklaşık 1 saat sonra aynı bot ve minibüsle merkeze
döndük. Akşam yemeğinde limana karşı “Antika” adlı restoranda Brudet yedik. Buğulama
tarzı pişirilen bu balığın yanında tuzsuz mısır püresi ve haşlanmış patates
getirdiler. Ahtapot salatasının da hem sunumu hem tadı çok güzeldi. Yemeğin
yanında yerel şarap içtik ve toplam 340 Kuna ödedik. Sabah kahvaltıda taze
krovasan, sandviç ve meyva suyuyla terasımızda nefis bir manzara eşliğinde
kahvaltımızı yaptık ve sonra kendimizi o harika sulara attık.
Ertesi Sabah 11 deki feribotla yaklaşık 50 dk lık bir yolculuktan sonra
Korcula’ya geldik. İner inmez sizi tıpkı Miljet’de olduğu gibi odalarını kiraya
vermek isteyen onlarca insan karşıladı. Önce turizm bürosuna gitmeyi tercih
ettik. Çevre hakkında gerekşi bilgileri ve haritaları aldıktan sonra pansiyon
konusunda yardım istedik. Çok şanslıydık, Darinka’nın evine bayıldık. Çok
konforlu olmayan ama tam denizin kenarında tarihi şehre 300 metre mesafede,
balkon manzarası muhteşem bir ev burası. Biz çok memnun kaldık (Darinka Sessa
80 yaşlarında çok şirin bir teyze. Almanca ve İtalyanca konuşabiliyor.
İngilizce çok zor anlaştık. Tel:+385(0) 20 711 355 İki kişi gecelik 210 Kuna ödedik.). Odaya
yerleşir yerleşmez denize girdik. Daha sonra eski şehri dolaşmaya başladık. Bu
adanın Marko Polo’nun doğum yeri olduğunu öğrendik ve yine bir rivayete göre
Polo’nun dünyayı dolaştıktan sonra son günlerini burada geçirdiği söyleniyor.
Gerçekten de burası doğal güzelliği, her yerden fışkıran zakkum çiçekleri, arnavut
kaldırımları, kiliseleri, Venedik tarzı eski taş evleri ile gerçekten çok güzel
bir ada. Ada 47 km.
uzunluğunda en geniş yerinde 10
km olan ince uzun bir ada. Akşam yemeğimizi bir
pizzacıda yedik. O dar, tarihi Korcula sokaklarından birinde tesadüfen
girdiğimiz bir pizzacıda hayatımızın en lezzetli pizzalarını yedik diyebilirim (Amfora
Pizza, Stari grad 17, Korcula) Üzerine acı biberli ve baharatlı saf zeytinyağı
dökmeyi ihmal etmeyin. İkinciyi yiyeceğinizi garanti ediyoruz. Merkezde plansız
oturduğumuz bir cafe de biralarımıza canlı Amerikan folk müziği eşlik etti. Hoş
bir akşamdı. Sabah kahvaltımızı otobüs terminaline yakın bir yerde yapıp
Lumbarda bölgesine doğru yola çıktık. (Otobüs kişi başı 15 Kuna). Olağanüstü
bir kum plaja gittik. Burası Przina olarak geçiyor. İçinde fast foot yiyecek
içecek satan bir cafesi, duşu tuvaleti, soyunma kabinleri var. Çok temiz ve
düzenli bir yer. Denizde tek bir çakıl göremedik diyebiliriz. Açık renk kumlu
bir plajda gerçekten yüzmenin keyfini tam olarak çıkardık.
1420 otobüsü ile merkeze geri dönüp, tüm Korcula’yı baştan
başa görmek için 1500 otobüsü ile Korcula’nın diğer ucu olan Vela
Luca’ya gittik. Adayı boydan boya geçmiş olduk. Her yer yemyeşildi. Özellikle
üzüm bağları her yerde karşımıza çıktı. Vela Luka geniş caddeleri, sahil
boyunca sıralanmış restoran ve cafeleri ile çok güzel ve sakin bir belde.
Buradaki Katedrali ve müzeyi gezemedik saatimiz uymadı çünkü Korculada saat
14-17 arası bir tatil geleneği var. Bu yüzden resmi yerleri gezerken birkaç
saatlik bu süreyi ayarlamanız gerekiyor. Akşamüstü Korcula’ya geri dönüp
evimizin önünden tekrar denize girdik. Akşamüstü Korcula’nın tüm kilise çanları
çalmaya başladı. Balkona çıktığımızda gördüğümüz görüntü eşsizdi. 5 direkli bir
yelkenli tüm yelkenlerini açmış Korcula limanına giriyordu. Yaklaşık 5 dk
boyunca çanların selamladığı yelkenliyi görmeliydiniz, çok özeldi. Akşam şehir
merkezinde kısa bir gezintiden sonra Aziz Makro Katedralinin bulunduğu
meydandaki pizzacıda pursitli pizzalalarımızı şarap eşliğinde afiyetle yedik.
Burada en çok hoşumuza giden şey, hoş bir aydınlatmaya sahip katedrale karşı
yemek yemekti. (pizza fiyatları hemen hemen her yerde 40-50 Kuna civarında. Ama
biz bir akşam önce yediğimiz pizzayı unutamadık ve inanmayacaksınız ama
kendimizden nefret ederek tekrar Amfora Pizza’ya gidip bir pizzayı paylaştık.
(Kiloları ne yapacağız bilmiyorum.) Sahibi Üsküp’lüymüş. Çok az Türkçe
bilmesine rağmen biraz sohbet edebildik. Oradan ayrılırken bize “eyvallah”
diyerek iyi akşamlar dilemeye çalıştı. Dönüş yolu üzerinde kilisenin karşısında
tavanlı bir avluda 8 kişinin kilise müziğine benzer parçaları
seslendirdiklerini duyduk. Sesleri ve uyumları mükemmel çok sesli bir vokal korosuydu
bu. O tarihi sokaklarda böyle bir konser bizi büyüledi. Halktan insanlar
gibiydiler ama bu konuda çok iyi eğitim aldıkları belli. Onları daha çok
dinlemeyi isterdik ama yarın Hvar’a gitmek için erken kalkacağız.
Sabah saat 6 da, kişi başı 33 Kuna ödeyerek Hvar’a giden feribota bindik.
Yaklaşık 1,5 saat süren yolculuğumuz yarı uykulu geçti. Feribottan indiğimizde
yine biz ördekleri yakalamak üzere limana gelen, ellerinde “sobe” yazılı
kağıtlarla müşteri arayan pansiyon sahipleri arasında çok isabetli seçim
yapamadık ve bu bize yaklaşık 700
metre tırmanmamıza mal oldu. Burada kalamayacağımızı
anladık. Kanımızca oda bulma konusunda en sağlıklı yol biraz komisyon vererek
(yaklaşık 80 Kuna) bir turizm acentesinden yardım istemek. Merkezde Fontana
Turizm şirketi bize bu konuda yardımcı oldu ve kalabileceğimiz temiz ve çok hoş
manzaralı bir oda buldu. Eve taş sokakları tırmanarak ulaştık. 1 saat
dinlendikten sonra şehri dolaşmaya başladık. Hava oldukça rüzgârlı olmasına
rağmen, Amphora otelinin önünde berrak sularda yüzdük. Bu adada da diğerleri
gibi hemen hemen her noktadan denize girebilirsiniz. Daha sonra Benedict
manastırını gezdik, fotoğraflar çektik. Merkezde dilim pizzalarımızı,
dondurmalarımızı yedik.. Aslında tüm seyahatimiz boyunca hiç kötü bir pizza
yemedik. İtalyan kültürü Hırvatistan’da oldukça hâkim. İtalyan dondurmaları da
çok lezzetli ve ucuz. Bu bizim için sık verdiğimiz bir mola bahanesi haline
geldi diyebiliriz.
Burası oldukça büyük bir ada. Yerel dilde adı “Uzun Ada” olarak
geçiyormuş. Bir rivayete göre buradaki otel sahipleri havanın güneşli olmadığı
günlerde misafirlerinin paralarını geri öderlermiş. Güneşin ve lavanta
kokusunun eksik olmadığı bu ada da lavanta önemli bir gelir kaynağıymış. Losyon
ve yağlar, endüstrinin önemli bir bölümünü oluşturuyormuş.
Venedik çağını yansıtan evler kordon ve yol boyunca dizilmiş. Hvar, diğer
adalara göre yerleşimin daha tepe amaçlarına kurulduğu bol yokuşlu bir ada. Evlerin
büyük bir kısmı yamaçlara yapılmış. Bu yüzden biraz yorulabilirsiniz ama
manzara buna değiyor doğrusu. Limanın önündeki düz alan şehrin meydanı. Burada
dini yapılar, çarşılar, tiyatro ve idari binalar var. Hvar meydanı gerçekten
çok eğlenceli. Meydan, cafeler ve şık restoranlar ile dolu. Meydanın bir
köşesinde, eskiden Hırvat halkına duyuruların yapıldığı Standarac Sütunu ve
diğer köşesinde de bir zamanlar cumhuriyet donanmasının savaş öncesi suya
indirilmeden önce bakımlarının yapıldığı Venedik Tophanesi bulunuyor. Meydanın
diğer uzak bir ucunda da Osmanlılar tarafından yerle bir edilen Benedict
manastırı ve Aziz Stephen Katedrali yer alıyor.
Hvar’daki kaleye altı eğimli, kıvrımlı geniş bir yolla meydandan yaklaşık
30 dk yürüyerek çıkıyorsunuz. Buraya araba ile de gidebilirsiniz. Çünkü yol kaleye
kadar asfalt. Kale 8 30 da açılıyor ve giriş 20 Kuna.Tıpkı bizim Edirnekapı
surları gibi kullanıma hazır. Yani eskiden kalan hemen hemen pek bir şey yok
gibi. İçi de tamamen restore edilmiş. Buradan manzara olağanüstü. Surların
üzerinde 2 adet top bulunuyor. Kalenin kulelerinden birinde yer alan hapishane
çok ilginç. Şimdiye kadar gördüğümüz en bakımlı hapishane (tarihi filmlerdeki
gibi). Buraya dar ve dik bir merdivenle iniliyor. Hücreler yaklaşık 2 metre boyunda ve enleri
yaklaşık 1-1,5 mt. Kadar. Hücrelerin birinde prangalar, topuzlar ve işkence
aletleri bulunuyor. Yazın sıcaktan bunalırsanız manzaralı hücrenizde
serinleyebilirsiniz. İnsanın mahkûm olası geliyor.
Pursuit ve kaşar peynirli sandviçlerimizle nefis manzaralı balkonumuzda
kahvaltımızı yaptık ve Pakleni (Cehennem Adaları) adalarına doğru yola
koyulduk. Tekne turumuz kişi başı yemek dahil 200 Kunaya mal oldu. Pakleni
adaları, Zdrilca, Palmizana ve Solin adlı 3 adadan oluşuyor. 3 ada da farklı
koylarda yüzdük. Bazıları bu koy da uyumayı tercih etse de özellikle son ada
(Soline) çok güzeldi. Palmizana bu adaların en gelişmişi. Özellikle yat turizmi
için uygun bir koy sanırım. Burada şık restoranlar ve cafeler var. Akşamüstü
odamıza dönüp hazırlandıktan sonra, meydanda çok hoş bir restoranda Black
risotto ve Calamoz spagetti yedik. Black risotto mürekkep balığının mürekkebini
kullanılarak pişirilen içinde deniz mahsulleri bulunan bir pilav. Gerçekten de
siyah bir pilav. Lezzeti olağanüstü değil ama güzel denemekte fayda var.
Sabah 7 40 feribotu ile Split’e gidiyoruz. Kişi başı 22 Kuna ödedik.
Şehre geldiğimizde merkeze çok yakın ama çok da severek kalmadığımız bir oda
kiraladık. (300 Kuna). Eşyalarımızı odaya koyar koymaz Trogir’e geldik. Otobüs
yaklaşık 1 saat sürüyor ve kişi başı 15 Kuna ödüyorsunuz. Trogir birkaç saatte
gezilebilecek çok çarpıcı bir yerleşim. Buranın UNESCO Dünya Mirası listesinde
önemli bir yeri var. Trogir, kendi adası üzerine kurulmuş, köprüleriyle
anakaraya ve diğer büyük adalardan biri olan Ciovo’ya bağlanan çok önemli bir
yerleşim. Yerleşimin yaklaşık 4000 yıldır devam ettiği bu ada tam bir şehir
müzesi gibi. Kordonda (Riva) Venediklilerin Osmanlı saldırılarından korunmak
için yaptığı bir kale var. Riva da dolaşıp kaldırım cafelerde
soluklanabilirsiniz. Daha sonra ara sokakları gezmek size çok keyif verecek.
Sanki Orta çağda gibi hissedeceksiniz. Buradaki en önemli eserlerden biri de II
Trg. Ivana Pavla meydanındaki Trogir Katedrali. Radovan’ın şaheseri bu
katedralin girişindeki o muhteşem kapının üst sahnelerinde Dalmaçya yaşamını
betimleyen sahnelerin yanı sıra, altın kapıyı tutmaya çalışan Yahudi ve Osmanlı
figürlerinin üstünde Adem ve hava yer almakta. Katedralin içinde gerçekten çok
etkileyici bir şapel var. Aziz John şapeli, Dalmaçyalı mimar Nikola Frentinac
tarafından yapılmış. Şapelde, Tanrı etrafına toplanmış 160 melek, küçük melek
yüzleri ve azizler bulunmakta. Rehberin söylediğine göre bu şapelin en önemli
özelliği Tanrı yüzünün yorumsal olarak betimlenmiş olmasıymış. Katedralin çan
kulesine tırmanmayı sakın unutmayın. Tırmanmak bir hayli zahmetli fakat en
tepede çanların yanında gördüğünüz manzara nefes kesici. Bayanlara bu kuleyi
tırmanırken kısa etek önermiyoruz.
Ivana Pavla meydanında görebileceğiniz bir başka eser de 15 yy Venedik
Galerisi. Trogir’in bir de minik yerel pazarı var. Her türlü sebze, meyve, zeytinyağ
vb. içeren bir yiyecek bölümü ile giyim ve ithal hediyelik eşyaların satıldığı
bölümü var. Tabii biz yine dondurmamızı ve buzlu meyve içeceğimizi hiç ihmal
etmedik. Trogir’den Split’e tekne ile dönmeye karar verdik. Tekne kalabalıktı
ama çevreyi sudan seyretmek geliş yolculuğumuzdan farklı olması bakımından
ilginçti. (20 Kuna-1 saat). Split’e iner inmez, Diocletian Sarayının mahzen
bölümünden gezdik. O dönemlerde farklı kullanım amaçlarına (depo, zeytin ve üzüm ezme bölümü, vb.)
hizmet etmiş olan bu bölümün gerçek amacı, saray denize çok yakın inşa
edileceğinden, gerekli olan temeli bu kat sağlamış. Mahzen katında şu an birkaç
sergi gezilebilmekte. Küf, rutubet kokusuna dayanabilirsiniz bakımlı ve aydınlatılmış
bir bölüm.
Karnımız açıktı ve tarihi meydanın en sık restoranlarından birinde
pizzadan sonra artık hafif bir şeyler yemeye karar verdik. Menümüzde çorba ve
salata vardı. Domates çorbamızda pirinç, balık çorbamızda ise yok denecek kadar
az balık vardı. Balık çorbasını burada genellikle duru ve terbiyesiz
yapıyorlar. Lahana, salatalarda sıklıkla kullanılan bir sebze. Hırvatistan da
en iyi şeylerden biri de yeme içme mekânlarının oldukça standart ve ekonomik
olmasının yanı sıra, yediğiniz içtiğiniz ne ise liste fiyatından onu
ödüyorsunuz. Bizdeki gibi kuver, bahşiş beklentileri yok. Split’i gerçekten çok beğendik. Split limanın
arkasındaki kordon boyu çok canlı, kalabalık. Kordon boyunca sayısız restoran
ve cafe hizmet veriyor. Tüm kordon boyunca uzanan ve bu yerlerin üstünü örten,
şehrin tarihi karakteristiğine hiç de uymayan bir tente tasarımının buraya
yakışmadığını düşündük. Oldukça modern fakat anlamsız ve uyumsuz duruyor.
Split’in tarihi sokaklarında ara sıra sokak konserlerine şahit olduk.
Genellikle yerel şarkıları seslendiren gruplardan bir de CD satın aldık.
İstanbulda sık sık dinliyor anılarımızı tazeliyoruz bazen.
Alışveriş yapmak için çok uygun bir şehir Split. Bayanlara duyurulur. Çok sayıda ayakkabı dükkânının bulunduğu bu
şehirde çok ünlü markaları da bulmanız çok olası. Diocletian Sarayı Split
yaşamının bir parçası adeta. İÖ 295-305 yılları arasında yapılan saray, Roma
imparatoru Diocletian’ın inziva evi olarak tasarlanmış. Yine UNESCO’nun Dünya
Mirası listesinde yer alan bu saray, zamanla orada yaşayan insanların
ihtiyaçlarına göre şekillenmiş ve değişikliklere uğramış. Sarayın bazı
bölümlerinin halk tarafından çeşitli işlevlerle kullanılmasına inanamadık.
Burası yaşayan bir müze gibi ama bu alandaki evler, cafeler, barlar ve restoranlarla
bir şehir vahasına dönüşmüş durumda. Bronz kapıdan geçerek bir dizi sütünün yer
aldığı bir yoldan geçerek çok önemli bir meydana geliyorsunuz. Bizim orada
bulunduğumuz tarihte, Split festivalindeki etkinliklerden biri olan bir
operanın sahnelenmesi provası vardı. Provadan uzaktan bile çok etkilendik. Ama
premier biz ayrıldıktan sonra gerçekleşecekmiş. Bu alan gündüz de birkaç Roma
askeri kostümlü göstericilerin sahnesi olmuştu. Hatta onlarla resim çektirme
fırsatını bile yakalayabildik. Okuduğumuz bir bilgiye göre içinde Roma kralının
mezarı bulunan Aziz Domnius katedralinin bir özelliği var. Bu yapıda ruhani
işlevin yanı sıra, kralın hristiyanları aslanlara atma eğilimi de ironik olarak
yansıtılmış.
Daha kuzeyde Altın Kapı yer alıyor. Kapının hemen dışında ünlü
heykeltıraş İvan Mestroviç’in devasa eseri Grugr Ninski heykeli yer alıyor.
Gerçekten muhteşem. İnternetten öğrendiğimiz bilgiye göre Ninski kiliseye ve
papaya karşı çıkan bir rahipmiş. Halk arasında, heykelin ayak parmağına
dokunduğunuzda size şans getireceğine dair yaygın bir inanç var. Orijinal
yerinin saray içinde olduğu söylenen heykel, II Dünya savaşında İtalyanlar
tarafında şehir dışına taşınmış, son olarak da bu günkü yeri olan Altın kapı
dışında konuşlandırılmış. Sarayın çevresine genel olarak bakıldığında aslında
çevrenizde bir müze değil de içinde yaşanılan sıradan mekânların bir bütününü
görüyorsunuz sanki. Bir mesken, bir depo veya restoran saray çevresinin bir
parçası olmuş. Aslında çoğu yerde ciddi bir bakımsızlık da gözleniyor. Çevreyle
ilgili biraz hayal kırıklığına uğradık desek yanlış olmaz sanırım. Akşamüzeri
kapanış saatini Split etkinlikler broşüründen edindiğimiz Mesrtoviç müzesine
gittik ama maalesef bize verilen bilgi ile müzenin kapanış saati birbirine
uymadı ve Mestroviç müzesine sadece dışarıdan bakabildik. Marjan bölgesinde yer
alan sanatçının evindeki koleksiyonunun sergilendiği bu galerinin gerçekten
görülmesi gereken bir yer olduğu söyleniyor. Maalesef biz bunu kaçırdık.
Sanatçı Amerika’ya göç etmeden önce eserlerini bu evde oluşturmuş. Split temmuz
ayı ortalarında başlayan ve Ağustos ortalarına kadar devam eden çok önemli ve
güzel gösterilere ev sahipliği yapıyor. Programınızda bunu değerlendirmenizi
öneririz.
Ertesi sabah 9 otobüsü ile Krka milli parkına gitmek üzere yola çıktık. 1
saat 50 dk. süren yolculuğumuza kişi başı 65 Kuna ödedik. Bu parka Split’ten olduğu gibi Zadar ve
Trogir’den de otobüs bulabilirsiniz. Sibenik terminalinde inip bir başka yerel
otobüsle Krka’ya gelmek 20 dakikamızı aldı (17 Kuna). Mili park inanılmaz bir
doğa harikası. 40 km
den daha uzun bir alanı kaplıyor. Burayı çok tavsiye ediyoruz. Burası bir
cennet, zümrüt bahçesi adeta. Krka nehri üzerinde oluşmuş göller ve farklı
büyüklükte birçok şelale var. Çok çeşitli bitki ve hayvana ev sahipliği yaptığı
söylenen parkta, küçük göllerdeki irili ufaklı alabalıkları elinizle hemen
yakalayıverecekmişsiniz gibi geliyor insana. Bu arada alabalıkların gofret
yemediğini anladık. Burada 17 basamaktan oluşan bir şelale grubu var.Parka
giriş için 80 Kuna ve servis otobüsleri sizi parkın içinde pek çok şelalelerin en
büyüklerinden birisi olan başlanğıctaki Skradinski Buk’una götürüyor. Bu şelalelerin üzerinden aktığı
doğal duvar geride çok büyük bir göl oluşmasına sebep olmuş. Bu gölde gezi
yapan bir tur teknesi ile gezebiliyorsunuz. Gölün ortalarında bir yerde
üzerinde bir manastır olan bir ada var. Oraya kadar olan gezi yaklaşık 3 saat
sürüyor ve 70 kuno, eğer daha uzun bir tekne turu almak istiyorsanız +20 Kuna)
ödüyorsunuz. Uzun turda adadan ileriye gölün bittiği yerdeki şelaleye
ulaşıyorsunuz (burada göle girebiliyorsunuz) ve toplam gezi 5 saat sürüyor.
Parkta yöre insanlarını eskiden nasıl yaşadıklarını yansıtan birkaç da
sergi ve düzenek hazırlanmış. Su değirmeni ile un öğütülmesi, keçe yumuşatılması,
ve keçe yıkanması birebir orijinali gibi yapılmış ve çalışır vaziyette
görebiliyorsunuz. Görsel kalitesi oldukça yüksek, gerçekçi hazırlanmış,
başarılı bir sergi. Kırka milli parkının ziyaretçilere açık bölümlerinin çok
büyük kısmını tahta parkurlar üzerinde ve ağaçların gölgelerinde çok rahat
alıyorsunuz. Bu yolun sonunda dondurma yemediğimizi sanıyorsanız
yanılıyorsunuz. Buralarda bol bol fotoğraf çektik. İsteyenler sırt çantalarını
terk edip şelalelerin oluşturduğu göletlerde yüzdüler. Skradinski Buk,
yüzülebilecek bir nehir. Yolda yerel meyve ve kuruyemiş satan insanlardan badem
ve ceviz satın alarak yolumuza devam ettik. Bize ikram ettikleri yerel
şarapları tatmaya da hiçbir itirazımız olmadı. Bu gezinin en özel bölümü de
tekne turumuzdu. Tamamı yaklaşık 5 saat kadar süren turda manzara eşsizdi.
Yemyeşil bir cennetin içinde sıklıkla çok güzel kıyılara rastlıyor, bazen de
sarp bir kayanın gölgesinden kıvrılıveriyorsunuz. Yolumuzun yarısında 15. yy.
Aesop Fable’larına konu olmuş Franciscan manastırının bulunduğu minik bir adada
mola verdik. Manastırın içinde eski dönemlere ait resim ve fotoğraflar
sergileniyor. Aynı zamanda eski çağlara ait antika kupalar, kılıçlar ve
giysiler sergilenmekte. Ama bize en ilginç gelen şey, rehberimizin anlattığı bir
bilgi oldu. Manastır sakinleri içme suyu elde edebilmek amacıyla, göldeki ağır
minerallerin etkisini azaltmak ve suyu tutabilmek için kuyunun içini 2000
yumurtanın akı, su ve kireç taşını karıştırarak elde ettikleri karışımla
sıvamışlar. Böylece bir cins su arıtma sistemi oluşturmuşlar. Acaba 2000
yumurtanın sarısını ne yapıyorlardı?? Adanın her yeri bir çiçek bahçesi.
Kendimizi pamuk prenses yedi cüceler ormanında sandık birden, rüya gibi. Bu
adanın adı Visocav. Manastırı rehberimiz eşliğinde gezdik. Hediyelik eşya ve
dondurma satan minik bir satış noktasından dondurma almayı da ihmal etmedik
tabii.
30 dk sonra teknemiz hareket ederek gölün 45 dakika sonra gölün sonundaki
şelaleye ulaştık. Tekne olabildiği kadar şelaleye yaklaştı. Şelalenin döküldüğü
yerde sürekli bir gökkuşağı vardı. Dönmeden önce gölde kısa bir yüzme
molasından sonra teknemize geri döndük. Dönüş yolculuğumuz grup vaktine denk
geldi. Evine dönmeye hazırlanan güneş bize müthiş bir ışık ve görüntü gösterisi
sundu. Biz Krka’ya doyamadık umarız siz de doyamazsınız.
Split’e aynı güzergahtan saat 22 30 gibi dönebildik. Çok yorulduk ama her
şeye değdi doğrusu. Odamıza gidip duş alıp bavullarımızı hazırladık. O akşam
yerel bir tavsiye üzerine Pizzeria Galija adlı bir restorana gittik, aynı zamanda
bar ve dekorasyonu çok güzel. Sadece pizza menüsünde 27 çeşit pizza saydık. Ispanaklıdan balıklı
pizzaya kadar ne isterseniz ikiletmeyecek bir menü. Üstelik fiyatlar çok uygun.
Split’e gelirseniz şiddetle buraya gelmenizi tavsiye ederiz.
O gece Dubrovnik’e otobüsümüz 01 30 da hareket etti. (Otobüslerde 6-7
Kuna kadar bagaj ücreti alınıyor.) Sabah 5 30 da Dubrovnik’e ulaştık. Bu sefer
fazla zorlanmadık çünkü daha önceki gelişimizde uğrayıp kartını aldığımız
Katica’nın sobesine (oda) hemen yerleştik. Yerleşip biraz dinlendikten sonra
sıcak çok bastırmadan 8 30 gibi surları gezmeye koyulduk. Yaklaşık 1-2 saat
süren bu geziyi sabah erken saatte yapmanızı öneririz, çünkü gün içinde eski
şehir bir fırından farksız oluyor. Surlardan şehri seyretmek harika. Surlar
kuzeyde kireç taşı kayalıklarından, Adriyatik’in burçlarla buluştuğu kıyı
şeridine ve eski limana kadar şehir etelerlinin hemen hemen her yerinde
karşınıza çıkıyor. Bilet satış noktalarından kombine sesli tur alarak da
Dubrovnik tarihini öğrenebilirsiniz. Daha sonra eski şehir içindeki tarihi
yapıları gezmeye koyulduk. Dubrovnik’deki tarihi şehirden eski diye bahsetmek
haksızlık olur.Herşey pırıl pırıl, bir tane bile kırık taş bulamazsınız sanki
bugüm kuşatmaya ve savaşa hazır. Geçmiş iç savaşı bahane ederek tüm şehri
orijinal hali ile yeniden yapmışlar. Dubrovnik tarihi şehirlikten çıkmış adeta
bir tarihi Disneyland olmuş.
Stardun, eski şehrin yaya olarak gezilen bölümü ve yerel dilde adı Placa.
Bu bölge Dubrovnik’in eski adı ile Ragusa’nın 12.yy da yeniden doldurulmasıyla
oluşturulmuş. Bu cadde cafe, bar ve restoranlarla dolu ve her köşesi çok şık ve
özel. Kalabalığa rağmen şehrin gelişimi kontrollü olduğundan pencerelerdeki
tahta kepenkler ve sokak lambaları bile aynı renk. Burada hediyelik eşya satan
bir çok küçük ve şirin dükkana rastlıyorsunuz. Aynı zaman da harika el işi
örtülerde size çok farklı seçenekler sunuyor.
Fransiscan Manastırı içinde birçok eserin sergilendiği Manastır Hazine
Müzesi görmeye değer gerçekten. Manastırın içerisinde zamanında bir inziva
odası olan bir eczane mevcut. Duvarlarında dini bazı resimler bulunan bu
eczanenin dünyanın en eski eczanelerinden biri olduğu söyleniyor. Bu binada bir
laboratuar ortamında ilaç yaparken kullanılan birçok kap ve şişe benzeri
malzemeler sergileniyor.
Gezdiğimiz bir sonraki yapı Sponza Sarayı. 14.yy da saray, darphane
binası olarak hizmet vermiş. Bu gün ise devlet arşivi ve festival süresi
boyunca da kültür etkinlik binası olarak hizmet vermekte.
Aziza Blaise kilisesi 18.yy barok tarzı bir kilise. Stardun’un markezinde
Luza meydanına açılan bir noktada bulunan bu kiliseyle “Azize Blaise 17.yy. da
Dubrovnik’in nasıl göründüğüne ilişkin ve bu şehri nasıl sevdiğini ispatlayan
bir modeli göstermek istemiş” diyor bir yorum.
Gezdiğimiz diğer bir yapı da yine Stardun sınırları içinde bulunan
Rektörlük Sarayı. İçinde minik bir ceza hücresiyle, üst katlardaki belediye
başkanı odası ve ofisleriyle son derece etkili olan bu binada zamanın birçok
despot örneğine karşın son derece demokrat bir anlayışın hüküm sürdüğü
söyleniyor. Sınırlı görev sürelerine sahip rektörlerin, iş gereği hariç,
ofislerini terk etmeleri yasakmış. Binada o döneme ait bazı görevli kostümleri
ve tek kişilik ulaşım çekçekleri sergilenmekte. Bu gün bu binanın bahçesi, yaz
aylarında müzik ve dans gösterilerine sahne olmakta. Yukarıdaki loş ışıklı mekân,
Dubrovnik’in, Ragusa Cumhuriyeti dönemine ait tarih ve günlük yaşam konulu
gösterilerine sizi davet ediyor.
Stardun da gezdiğimiz bir başka tarihi yapı da Katedral. Efsane bize bu
katedralin Dubrovnik’de bir kasırgada hayatta kalmayı başarabilen İngiliz aslan
yürekli Rişar (Richard) tarafından yapıldığını söylüyor. Bu barok yapı 3
geçitle bütünleşip büyük bir gök kubbeyle gökyüzüyle buluşuyor. Buradaki esas
hazine, altın, gümüş el sanatları eserleri ve Azize Blais’nin kendi kafatası,
kol ve bacaklarıdır.
*******************
Stardun gezimizden sonra Rektörlük Sarayının karşısında şık bir cafede
kendimize buz gibi bira ısmarladık. Tarihin tam orta yerinde biralarımızı
yudumlarken yeni evlenecek bir çiftin düğün kıyafetleri ile tarihi mekanların
önünde poz vererek resim çektirmelerine şahit olduk. Dubrovnik evlenmek ve
balayı için romantik bir şehir sayılabilir. Akşam pansiyonumuza çok yakın bir
noktadaki Mimoza Restoranda (+385 (0) 20411157) canlı yerel müzik dinleyerek
bir balık tabağı ısmarladık. Karides, kalamar, 3 çeşit fileto balık ve bir tam
lüferden oluşan tabağın yanında patates ve ıspanak servis edildi. Hepsi
gerçekten çok nefisti, ama tüm çabalarımıza rağmen iki kişi o tabağı bitirme
konusunda başarılı olamadık. Bu harika yemek ve içki için sadece 400 kuna
ödedik.
Ertesi gün eski limandan bir yolcu teknesine binerek, 3 adadan oluşan
Elaphiti (Geyik) Adalarına yola koyulduk. Koloceo, Lopud ve Cipan adalarından
oluşan bu gezi için kişi başı 250 kuna ödedik ama yiyecek, içecek ve servis
açısından bizim Marmaris, Bodrum tekneleri ile kıyaslanamaz bile. Bu teknede,
son derece lezzetsiz şarap ve yemek servisi biraz canımızı sıktı. Size her
birinde en az 1 saat kaldığımız adalardan birinde yemek yemenizi öneririz. Hem
de teknede yemek için ekstra 80 kuna ödememiş olursunuz. Adalarda sevimli,
minik birkaç lokanta bulacaksınız. Özellikle sık ağaçlıklı bir ada olan Lokrum
çok hoş bir ada. Bitki çeşitliliği
çarpıcı. Adada nerdeyse ağaç büyüklüğünde deve tabanları kaktüsler ve rengârenk
bir bitki örtüsü var. Burada kumsal var ama biz önermiyoruz, biz burada
yüzmedik. Adanın yeşilliği çok daha çarpıcı ve kalite diğer adalara göre daha
yüksek.
Aynı günün akşamı eski limanda mum ışığında bir yemek yedik. Ortam
yemekten daha özeldi ama masa bulmakta zorlandık biraz beklemek zorunda kaldık.
Ama hafif müzik ve mum ışığı bize bu sıkıntımızı hemen unutturdu.
Ertesi gün saat 8 de Mostar otobüsüne bindik. Terminale gitmek için taksi tutmanıza gerek
yok. 1A veya 1B otobüsleri her 15 dakikada bir sizi terminale götürüyor. 2saat 30 dakika süren yolculuğumuz sonunda
Mostar’a indiğimizde biraz moralimiz bozuldu. Özel turizm bürosundaki zatı
muhteşem hemen hemen hiç İngilizce bilmiyordu. Etraf sanki Topkapı semtinin
eski hali. Hemen bir taksiye atlayıp (10 kuna) eski şehre gittik. Bir pansiyon
bulmamız çok vakit almadı. Mostar (Köprü bekçisi) köprüsü, Nreretva nehri
üzerine kurulmuş olup yerel dilde Stari Most (Eski Köprü) olarak
biliniyor.Yüksekliği 21
metre olan köprü, savaşta paramparça edilen köprü
parçaları nehirden çıkarılarak Türkiye’nin maddi katkıları ve Unesco’nun
desteği ile yeniden orijinal haline uygun olarak inşa edilmiş ve 2004 yılında
yeniden açılmış. Mostarda16. yy dan kalan camileri, eski Türk evlerini ve
hediyelik eşyaların satıldığı eski çarşıyı görünce kendinizi Türkiye de
hissedebilirsiniz. Akşam vakti yüksek bir noktadan ışıklandırılmış köprüyü
görmek çok keyifli doğrusu. Köprüye bir de aşağıdan bakmayı ihmal
etmemelisiniz. Üstelik aşağıdaki tek cafe de bir de salıncak var. Çok keyifli.
Ertesi sabah 8 treni ile Mostar’dan Saraybosna’ya geri dönmek için yola
koyulduk. Tren eski ve bakımsız olmasına rağmen seyrettiğimiz manzara keyfimizi
yerine getirdi. Dağları aşarak, nehirleri geçerek fotoğraflar çektik.
Geçtiğimiz bir tünel o kadar uzundu ki bir ara hiç bitmeyecek sandık. Yaklaşık
2 saat 30 dakika süren yolculuğumuz inanılmaz bir dakiklik ile Saraybosna’da
son buldu.Tramvay ile önceden kaldığımız Lion pansiyona geri döndük ve soluğu
nerde aldığımızı tahmin edersiniz, “Zeljo!!” Ailemizin cevabicisi. Kendimize
nefis bir öğle yemeği ziyafeti çekerek şehrin farklı noktalarını gezmeye
başladık.
Ortodoks kilisesinin karşı caddesi Zelenih Beretki’de Bosna Hersek’in en büyük milli galerisini
gezebilirsiniz Hafta içi 10-15 arası açık olan galeriyi maalesef günümüz
uymadığı için gezemedik. Burada 1568 adet eser sergileniyormuş. Kaçırdığımıza
çok üzüldük. Ferhadja caddesinin Marsala Tita caddesiyle buluştuğu noktada
(Vjecne Varta) sonsuzluk ateşi yanıyor. Sarayova’yı faşistlerden kurtarmak için
canlarını vermiş Sırplar, Hırvatlar, Müslümanlar ve diğer partizanlar anısına
sürekli yanmaktadır.
Daha batıda Alipashine (Bosna valisi Ali Paşa) camii bulunur. Mimarı
Sinan’ın öğrencisiymiş. Baş Çarşıdan aşağıda, nehrin karşı kıyısında 1984
Olimpiyatları için yapılmış Skenderija alışveriş merkezi var. Vakit
sorunumuzdan içini gezmeye fırsat bulamadık ama dışarıdan modern olmaya çalışan
kocaman sevimsiz bir bina görünümünde. Buranın alt katında Çağdaş Sanatlar
Müzesi yer alıyor.
Yaya yolundan nehrin güneyine doğru aynı güzergahta Bosna Hersek’in tek
evangelist kilisesini görürsünüz ama burası günümüzde Saraybosna sanat
Akademisi olarak hizmet vermekle birlikte bu günlerde tadilatta ve sadece alt
katta 1-2 resim çekebilmemize izin verdiler.
Saraybosna’da en önemli yapılardan biri de Miljacka nehri üzerinde
bulunan Latinska Cuprija (sanırım Latin köprüsü). Bu köprü, 1914 de Dünya
savaşının başlamasına neden olan, Avusturya- Macaristan imparatorluğu prenslerinden
Franz Ferdinad ve eşi Sophia’nın Sırp aşırı milliyetçi Gavrilo Princap
tarafından katledildiği yerdir. Bu suikast üzerine Avusturya savaş açmıştır. Bu
köprü zamanında 1978 de tüccar ve hayırsever Hacı Abdullah Brigo tarafından
yaptırılmıştır.
Bu bölgeye yakın bir başka Osmanlı eseri olan Cerava Camii bulunur. 1457
de yapılan camiinin mimarı Sarayova’nın ismini aldığı Saray kalesinin mimarı İsa
Bey tarafından yapılmıştır ve camii, Fatih Sultan Mehmet’in Sarayova’ya bir
armağanıdır. Ama günümüzdeki camii, 1566 da Kanuni tarafından yeniden
yapılmıştır.
Burada gezilecek yerlerden biri de Sarajevo Bira Fabrikası. Bu binanın en önemli özelliği, altında su bir
kaynağı bulunduğundan, savaş sırasında Saraybosna’nın su ihtiyacını
karşılayarak insanların hayatta kalmasını sağlamış olması. Ziyarete açık değil
ama fabrikanın arkasında alt katta harika bir dekorasyona sahip bir
restoran-bar hizmet veriyor. Kapıyı açıp girdiğinizde gözlerinize
inanamıyorsunuz. Bira mönüsü inanılmaz geniş. Akşam saatlerinde yemek eşliğinde
canlı pop müzik dinleyebilirsiniz. Biz çok keyif aldık. Son gecemizde
gidebileceğimiz en güzel mekânlardan biriydi sanırım. Akşam Bira fabrikasına ait restoran barda
harika bir ortamda enfes bir yemek yedik ve ertesi gün erken yola çıkacağımız için
daha geç kalmamaya karar verip odamıza döndük. Yarın memleketimize dönüyoruz.
Bize iyi yolculuklar. Umarın sizin de bir gün yolunuz oralara düşer.
Hoşçakalın.Safiye - Berk BELLAZ....."
Sahip olduklarınızın kıymetini bilmeniz dileklerimle...
Sağlık,özgürlük,sevgi,aile,güvenilir dostlar...her ne sizi mutlu kılıyorsa...