26 Mart 2013 Salı

Balkan turu..

Sevgili seyir severler merhaba,

Uzakdoğu seyrimiz sonrası liman işlerimiz , Antalya için de seyir hazırlıklarımız  devam ederken çok hoş bir gelişme oldu ....

Sevgili arkadaşlarımız "Berk  ve Safiye Bellaz" ın İstanbul'a hoş geldiniz ziyaretlerinde, müstakbel dönemlerdeki faaliyetlerimizle ilgili sohbet sırasında çeşitli dönemde yaptıkları kendi seyirleriyle ilgili  not tuttuklarını öğrendim..

Araştırmacı blog yazarı olarak  bu notları kendilerinden istedim ve müsaadelerinide alarak siz seyir severlerin müstakbelde ki seyirleri için paylaşıyorum..

Bu arada "Bellaz çiftine" paylaşımları için kalbi şükran ve sevgilerimi sunarken... 

Tüm seyir severlerin bu örnek davranışa katılımlarını beklediğimi..

Kendi seyirlerinizin resim ve hatıratlarını blogumda "misafir gezgin anıları"olarak yayınlamaktan mutlu olacağımı ifade etmek isterim...

Son derece akıcı ,açıklayıcı ve içten bir anlatımla yazılmış hatıratı keyifle okuyacağınızı kıymetlendirirken .. Kendinizi oralarda hissedeceğinize eminim..Hayırlı seyirler....



"Yazan Safiye-Berk BELLAZ....Balkan Turu...

Gezimiz  Atatürk Havalimanından Bosna-Hersek Havayollarının 56 kişilik 2 motorlu pervaneli uçağı ile başladı. Son derece sevimli, kişiliği olan bir uçaktı. Daha uçağa yaklaşırken bile merdivenlerinin o zarifliği, o küçüklüğü ile öyle farklıydı ki. 2 saat 30 dakikalık bir yolculuktan sonra Saraybosna’ya indik. Havaalanı son derece küçüktü ama güvenlik kontrolleri sıkıydı. Çıkışta bavulların ve üstümüzün sanki havaalanına giriyormuş gibi aranması ilginçti. Dışarıda otomatik tüfekli, çelik yelekli iriyarı 3 Bosna askeri bekliyordu.

Şehir merkezine gitmek için toplu ulaşım aracı olmadığından taksi tutmanız gerekiyor. Baş Çarşı’ya gitmek için taksiye yaklaşık 15 dakikalık mesafe için 30 KM (yaklaşık 30 YTL) ödedik. Bosnalı sürücü biner binmez arabanın teybine bir Arap müziği koydu. Bize cep telefonundan Dubai’de taksi sürücülüğü yaparken tanıştığı Sudan’lı karısının ve çocuklarının resmini gösterdi. Kendi rengi ile ailesininki oldukça zıt renkler oluşturuyordu. İngilizce çok iyi anlaşamadık, Almancayı daha iyi biliyormuş. Özellikle söylememize rağmen bizi resmi değil özel bir turizm danışma bürosunun yakınlarına bıraktı. Ayrılırken “Allah’a emanet ol” dedi. Oradaki pansiyon seçeneklerinden pek tatmin olamadık. Resmi turizm bürosuna gittik, orada gerçekten çok ilgilendiler. Birçok yere telefon ettiler. Hazırladıkları harita ve tanıtım broşürleri oldukça tatminkâr. Bize önerdikleri pansiyona giderken yolda Başçarşı meydanına 50 metre mesafede Lion  (www.lion.co.ba) (+387 (0)33 236 137) adlı bir pansiyonda şansımızı denemek istedik. Tam isabet! Dışarıdan çok çekici görünmeyen bu yer, içeri girdiğimizde bize son derece temiz ve sevimli geldi. Tüm ihtiyaçlarımıza cevap veren bu pansiyonda duş ve tuvalet paylaşılıyor ama sayıları birden fazla olduğundan bir sorun yaşamadık. Üstelik çamaşır yıkayabileceğiniz bir makine ve ütü mevcut. Burada iki kişi için günlük 30 Euro ödeyerek 2 gece kaldık. Dönüşte tekrar kalmak üzere rezervasyon yaptırdık.

Eski Saraybosna, yemyeşil tepeler içinde bir şehir, içinden akan Miljacka Nehri şehre ayrı bir güzellik katıyor. Savaş izlerine rağmen yaşanabilecek güzel bir şehir. Tramvaylar eski ve bakımsız ama çok düzenli. Her hattın ayrı ayrı 10 dk. bir seferi var. Trafik problemi yaşamıyorsunuz.  Ferhadija yürüyüş yolu şehrin en çekici bölgesi. Bu cadde Başçarsı meydanındaki Sebil’den başlayarak eski şehri boydan boya geçiyor. Başçarsıdaki Sebil bir halk çeşmesi ve adeta Saraybosna’nın sembolü olmuş. Meydan güvercinlerle dolu. Gördüğümüz en görkemli binalardan biri nehrin güneyindeki kütüphane binası oldu. İç savaş bu binanın Sırp azınlık tarafından yakılması ile başlamış bu yüzden savaşta en çok hasar gören yerlerden biri de burası. Saraybosnalılar bu zulmün unutulmaması ve her zaman hatırlanması gerektiğini söyleyen bir yazıyla acılarını dile getirmişler. Yazı “Affet ama unutma” sözleri ile bitiyor. Ferhadija caddesi üzerindeki en önemli yapılar; Gazi Hüsrev Begova Camii ve medresesi ile Brusa Beziztanı. (Bedesten olarak da geçiyor.) Bu pazarı büyük vezir Rüstem Paşa tasarlamış. Bu bölgeye yakın bir yerde Yahudi bölgesi bulunuyor ve Yahudi müzesi gerçekten son derece iyi organize edilmiş modern ve bakımlı bir müze, kesinlikle görmeye değer. Başçarşı meydanından nehre doğru giden yol üzerinde şehir müzesi yer almakta. Eserlerin sergilenmesi son derece başarılı olmasına rağmen kendi dilleri dışında bir bilgi verilmiyor. Bunun nedenini anlamakta zorlandık. Kısa bir Baş Çarşı turundan sonra o gün bizi en çok mutlu eden şey nefis bir cevabi oldu. Zeljo’da hiç yemediğimiz kadar lezzetli cevabi gerçekten harikaydı. Bizim Sultanahmet köftesine benziyor ve nefis tombik bir pidenin içinde servis ediliyor. Ayran istediğimizde yarım bardak yoğurt ile başka bir yarım bardak su geldi. Yaklaşık yemek için 15 KM ödedik. Daha sonra Bosna Hersek’in eski dönemlerde en önemli hanlarından biri olan Morica Han’a gittik. Rahat lokum ile birlikte servis yapılan Bosna kahvemizi içtik. Sunum çok özel, bakır bir tepsi ile gelen kahvenin fincan altlıkları ve cezveler bakır. Kahvenizi kendiniz fincana koyuyorsunuz. Şekerli kahve isteyen şekeri sonradan içine atıp karıştırıyor. Morica Han’nın avlusundan yukarı kata çıktığımız zaman eskiden kervan yolcularının ağırlandığı odalar bu gün ofis bürolarına; daha çok da avukatlık bürolarına dönüştürülmüş. Çıkışta, İstanbul’da çalıştığımız kaynaklardan birinde tavsiye edilen Egipat dondurmasını büyük bir heyecanla aldık ama epey hayal kırıklığına uğradık. Ama dondurma fiyatları İstanbul ile karşılaştırıldığında çok uygun. Dondurma sevenler müjde! 1-2 KM’ye kocaman dondurmalar yiyebilirsiniz. Bedestan bizimkinden yapı olarak çok farklı değil ama içeride bizdeki gibi özgün hediyelikler satılmıyor. Bize yakın civarda daha ilginç gelen Kazancılar (bakırcılar ve antikacılar) çarşısı oldu. Burada savaştan geriye kalan mermi, havan, top vb. materyallerden hediyelik eşya yapmaları çok ilginç geldi bize. İç savaşta kullanılmış bir kurşundan yapılmış bir anahtarlık ilginizi çeker miydi? Bu bir açıdan da çok acı. Bunlardan o kadar çok ki, ama sanırım bunu kazançlı bir turistlik nesneye dönüştürmek çok da akıllıca.  Bu caddenin hemen yanında Pazar Camii var. Baş Çarsı’da birkaç dilenci gördük ama bunlar bizimkiler kadar rahatsız edici değil. Saraybosna savaşta en çok zarar gören bir bölge. Şehir hala o acı günlerin izlerini sıradan bir evin duvarında, olağanüstü güzellikte bir tarihi yapının çatısında veya girişinde görebiliyor. Çok acı ama yine de onlar için herkes gibi hayat devam ediyor.

Ertesi gün ilk işimiz bürek (börek) yemek oldu. Maalesef ikimizde yemeğe bayılıyoruz. Sıcacık, nefis kokulu ıspanaklı, peynirli, kıymalı büreklerimizi afiyetle ve tekrar yollara düştük. Ferhadja caddesinden Trg Oblobodenja’ya doğru yürürken karşınıza bir buluşma noktası olan Özgürlük meydanı çıkıyor. Bu noktada Saraybosna’nın en büyük Katolik kilisesini (Saborna Crkva) göreceksiniz.

Buraya yakın bir seyahat acentasından kişi başı 47 KM ödeyerek Dubrovnik’e otobüs biletlerimizi aldık. Acentanın müdürü Türkoloji eğitimi aldığı için Türkçe biliyordu. Daha sonra Katedralin önündeki meydanda, kitapta bize önerilmemesine rağmen Olimpia sodasını bayılarak içtik. Yerel biralar da fena değil. Tekrar Turizm Bürosuna uğrayıp rafting ile ilgili bilgi almak istedik. Bunun için en uygun yerin Una nehri olduğunu öğrendik. Rafting yapmayı çok istiyorduk ama bu yer planladığımız rotamızın çok dışında ve oldukça uzak yaklaşık 7 saatlik bir otobüs yolculuğu gerekiyor. Umarım bunu bir gün gerçekleştirebiliriz.

Şehrin her yerine sizi götürecek günlük tramvay biletleri satılıyor. 530 Km ye aldığınız biletle tramvayı o gün içinde istediğiniz kadar kullanabilirsiniz. Biz ilk önce 1 numaralı tramvay ile şehir merkezine yaklaşık 30 dk. uzaklıktaki Ilıca’ya gittik. Burası, denizi olsa sanki Büyük Ada’ya benziyor, yemyeşil bir kaplıca merkezi. Doğal kaynak sularını kullanan birçok termal otel var. Burası Avusturya- Macaristan imparatorluğu döneminde aristokratların yazlık evlerinin bulunduğu bir yermiş. Bu köşkler son derece bakımlı ve turizm amaçlı kullanılıyor. Ilıca’nın Aleja bölgesinde motorlu taşıt bulunmuyor. Faytonlarla bir tur atabilir veya bisikletle etrafı gezebilirsiniz. Buraya çok uzak olmayan bir bölgede bir Roma köprüsü var ama bu günkü hali bir Osmanlı yapısı. Bu bölge Ilıca termal suların yakınında yer aldığından buraya yerleşen eski Romalılardan bu ismi almış olması muhtemel. Burada yaklaşık 1-2 saat kaldık. Bir cafede oturup soğuk biralarımızı içtik, dinlendik ve merkeze, Baş Çarşı’ya gitmek üzere geri döndük. 

Hemen hemen her kaynakta ısrarla bahsedilen İnat Kuca ( Sahibinin ismi buymuş) yerel lokantasında Begova çorbası(dilenci çorbası) içtik. Bu çorba tüm gezi kitaplarına konu olmuş. Sebze ve tavuk etinden yapılan enfes bir çorba. Dekorasyon Osmanlı kültürünü yansıtıyor ve yemeklerde de  yerel ve özgün tatlara sahip, denemeye değer.

O gün Çağdaş Sanatlar Müzesi tadilatta olduğu için giremedik. Müze, camii, kilise gezi faaliyetlerimizi sıkıştırmadan, Hırvatistan dönüşü gerçekleştirmeye karar verdik. Gezimiz 13. Baş Çarsı Festivaline denk geldi. Akşam bir açıkhava konserine gittik. Yaklaşık 1 ay süren etkinlikler gerçekten dolu dolu. Etkinlikler listesinde Ahmet Özhan ve Goran Bregoviç’in adını gördük ama ertesi gün ayrılacağımızdan onları dinleme fırsatımız olmadı. O akşamki programda  Fransız Senfoni orkestrası eşliğinde Bosna-Hersekli koroyu ve 3 özel solisti dinleme fırsatını yakalayabildik.. Klasik parçaları caz, rock’roll ve pop tarzında söylediler. Klasik müziği daha geniş kitlelere sevdirmek için harika bir yol bence. Çok eğlenceliydi. Konserden sonra çarşıda eski Galatasaray’lı Tarık Hosiç’e rastladık. Türkçe konuştuğumuz sırada bizi duymuş olmalı. Yanımıza geldi. Kendini tanıttı. Güzel kısa bir sohbetten sonra birlikte fotoğraf çektirdik.

Gece bitmedi. Yine yolculuk için yararlandığımız kaynakların birinde “geceye City Pub’da devam edin” diyordu ama burası açıkçası çok hoşumuza gitmedi. Yaş ortalaması 20-25 ayakta içki alınan kapalı ama insanların dışarı taştığı bir yer. O gece bizim favorimiz Zalatka Ribika idi. Burası uyumsuzluğun muhteşem uyumunu yakaladığımız bir yer. Küçücük bir bar ama ne ararsanız var. Burası yaşayan bir koleksiyon. Yılların birikiminin sergilendiği özel bir yer burası. Tabaklar, fincanlar, çok değişik tasarımlı antika sandalyeler. Birbirinin aynısı hiçbir sandalye ve masa yok. Bir köşede minicik siyah beyaz bir televizyon, şemsiyeler, fotoğraf makinaları ve aklınıza bir barda bulunması olağan gelmeyen yüzlerce şey. Tuvaletinde her marka hijyenik bağdan, çeşitli renklerde dantel bayan çamaşırına, her çeşit makyaj malzemesi ve çeşitli losyonlara kadar banyo-tuvalet kültürüne ait bir çok nesne. Gerçekten çok ilginç. Servis edilen şaraba da bayıldık. Adı Blatina. Ülkemize götürmek için marketten birkaç şişe aldık Fiyatları çok uygun. Keşke daha çok götürebilsek.

Gece 2300 otobüsü ile Dubrovnik’e gittik. Saraybosna’da 1 numaralı tramvay sizi otobüs terminaline götürüyor, taksiye gerek yok. Yolculuğumuz 6.5  saat olması gerekirken 5.5 saat sürdü. Saat 415 ve biz Dubrovnik’teyiz. Bir taksi ile merkeze gittik. Hırvatistan’ın en turistik yeri Dubrovnik, oranında en merkezi yeri ana caddesi ve sabah 430 da in cin top oynarken biz eski şehri tavaf etmeye başladık. Cadde ve meydanlarda sadece biz varız. Şehir terk edilmiş gibi. Temizlikçiler bile saat 5 den sonra ortaya çıkmaya başladılar. Burası gerçekten çok ilginç bir yer. Sanki bir film stüdyosunun içine düştük. İnsanların kıyafetleri farklı olmasa kendinizi eski çağlardan birinde sanabilirsiniz. Eski şehre girer girmez sizi muhteşem bir yapı; Onofrio Çeşmesi karşılıyor. Dik kireç taşlı yüksek duvarların Adriyatikle karşılaştığı yerde barok kiliseler ve saraylara ev sahipliği yapan bu ortaçağ duvarları sizi kendinizden geçiriyor gerçekten. Onofrio çeşmesi bir 15. yy yapısı, üzerindeki rölyefler harika. Çok erken saatte inmeyi planlıyorsanız önceden rezervasyon yaptırmakta fayda var. Turizm Büroları 9 da açılıyor. Tesadüfen erken saatte işe giden Maria ile karşılaştık. Kendisinin odalarını kiraya verdiğini öğrendik. Nasıl sevindik bilemezsiniz. O an tek istediğimiz temiz bir yataktı. Şimdiki yeni evimiz bir ortaçağ sokağında. Bir ortaçağ sokağındaki Maria’nın evi, küçük temiz ve klimalı odalarıyla bize cennet gibi geldi. Buraya iki kişi gecelik 50 Euro ödedik. Üst kattaki odalar antika eşyalarla döşenmiş ve daha konforlu. Yaklaşık 70-80- Euro arası. (Maria cep: +385989421882—İngilizce iletişim biraz zor ama elinden geleni yapıyor kadıncağız.) Ev tam merkezde, harika ama ev ünlü bir barlar sokağında olduğundan gürültü sizi rahatsız edebilir. Üst katlar daha iyi olabilir.

1-2 saat deriiiiin bir uykudan sonra Turizm Bürosundan gerekli bilgileri aldık. Niyetimiz burada 3 gün kalmaktı fakat ilk gideceğimiz ada olan Mijet’den Korcula’ya sadece haftanın bir günü feribot varmış. O yüzden yarın sabah buradan ayrılmaya karar verdik. Milet’te bir gece kaldıktan sonra Korcula’ya geçebileceğiz. Artık Dubrovnik’i dönüşte gezeceğiz. Tüm Hırvatistan’da tarihi şehirlerde sokaklar çok dar en fazla 2 metre genişlikte. Pansiyonumuzun olduğu sokaktaki masaları dışarıda olan bir cafede pursuit ve yerel peynirli sandviçlerimizi yedik. Peynirli sandviçin içi çok güzel ılık bir zeytinyağı ile yağlanmıştı. Cafeyi işleten kadın tipik bir yerel işletmeci kapıya yaslanıp gelen geçenle sürekli bir şeyler konuşan, belinde önlüğü ve kendine güveni ile 1950 lerin filmlerinden fırlamış bir karakter gibiydi. Sonra limana en yakın koyda (yürüyerek 10 dk.) yüzmeye gittik. Plajın yamaç bölümlerinde de pansiyonlar var. Daha sakin ve manzaralı oda bulma şansınız daha yüksek. Öğleden sonra biraz dinlenip Lobran bölgesinde, birbirlerinden çok da uzak olamayan Cava ve Cubacobana plajlarına gittik. Birincisi oldukça küçüktü. Ama küçük cafesi çok sevimliydi. İkincisi büyükçe bir koyda yer alıyordu. Her ikisinde de yeme-içme ve duş ihtiyaçlarınız karşılanabiliyor. İkinci koyda, uzakta demirlemiş harika bir yolcu gemisine bakarak berrak sularda epey yüzdük. Büyük çabalarımıza rağmen geminin ismini öğrenemedik Odamıza döndüğümüzde oldukça yorulmuştuk .(Hava temmuz-ağustos aylarında çok sıcak. Eylül- ekim gitmenizi öneririz.) Sıcak insanı gerçekten yoruyor. Biraz dinlendik ve evimizin sokağının entelektüel sanatçıların uğrak yeri olduğunu öğrendik. Hava kararmaya başlar başlamaz, o küçük sokak tamamen doldu, insanlar tarihi taş merdivenlere birer minder koyup içkilerini içiyorlar. Ama eğlenceli bir yer. Biz de bir ara merdivenlere oturup ortama katılmaya çalıştık. Hırvatistan’da ailelerin işlettiği ve hatta bazen de kendi yetiştirdikleri ürünleri servis ettikleri restoranlar “Konoba” deniyor. Konobalar çok yaygın ve fiyatları çok uygun. Merdivenleri çıkar çıkmaz evimizin hemen arkasında böyle bir yerde çok güzel bir akşam yemeği yedik. Scampi ( Büyük karides) ve tereyağlı sarımsak ve şarap sosu içinde pişirilmiş midye çok güzeldi gerçekten. Yemek öncesi bize Vinjak (konyak) ve Travorika (yerel tatlı şaraptı sanırım) ikram ettiler. Yerel şaraplar özel kavafta servis ediliyor, fiyatları ucuz ve genelde tatları iyi. O akşam iki kişi 1 litreyi bitirdik. Etkisini gösterdiğini ayakkabılarımızı ellerimize alıp hemen hemen tüm eski şehri yalınayak gezmemizden hemen anladık. O tarihi, hafif ılık ve şaşılacak şekilde pürüzsüz taşlara dokunmak hoş bir duygu, denemelisiniz. Tarihi şehir tamamen taş ve mermerden oluştuğu için gündüz cehennem gibi oluyor. Gece bile taşlar hala ılıktı. Gece nasıl uyuduk hatırlamıyoruz. Sabah kalktık Maria’mızı öptük, Çantalarımızın bir kısmını ve1 hafta sonra geri döndüğümüzde almak üzere ona bıraktık. Dubrovnik’e kısa bir süreliğine “hoşça kal” dedik. Çünkü şimdiki hedefimiz adaları gezmek.

Feribottan veya otobüsten indiğiniz yerlerde iner inmez sizi “sobe” diye karşılayan birçok insan görüyorsunuz. Pansiyon aramanıza gerek yok, hemen sobeleniyorsunuz. orada anlaşıp, odayı kiralayabilirsiniz. Biz genelde şanslıydık ama bir kez Hvar adasında çok yakın olduğu söylenip epey tırmandığımız bir pansiyon oldu. Tutmadık tabii ama zaman kaybı oldu. İhtiyaçlarınızı iyice anlatmanızı ve odayı görmeden tutmamanızı öneriyoruz. Ama gemi veya otobüs ayrıldıktan sonra pansiyoncularda yok oluyor. O durumda yapılacak en iyi şey az bir komisyon ödeyerek bir turizm şirketinin aracılığını istemek. Doğru odayı bulma şansınız daha yüksek.

Şimdi Mijet’e giden feribottayız. Kişi başı 50 kuna ödedik. Bu yaklaşık 12-13 YTL ediyor. Mijet’de inebileceğiniz iki liman var. İkinci liman olan Polace daha büyük ve milli park girişi buradan. İner inmez öğrendiğimize göre bir sonraki durağımız Korcula’ya feribot sadece cumartesi günü 1105 de ve kişi başı 50 Kuna ödüyorsunuz. Polace, tamamı çam ormanlarıyla kaplı bir yer. Limana kısa mesafede deniz manzaralı harika bir oda bulduk. Kocaman bir terası var ve hemen önü deniz. Çok güzel bir koy. Çepeçevre tamamı çam ağaçları ile çevrili dar bir boğazdan girilen ince uzun göl gibi bir koy. Pırıl pırıl bir deniz. Hemen denize girdik tabii.  Haaariiiikaaa!. Sahibi Zelyka turizm okulu mezunuymuş, bize çok yardımcı oldu. (+385 (0) 20 744 102 veya cep: 091 88 06543) Bu odaya 2 kişi gecelik 35 Euro ödedik. Bize önerdiği ürünler sayesinde marketten aldığımız nefis bir peynir, pursuit ve şarapla terasta kendimize bir ziyafet çektik. Biraz dinlendik ve milli parkı gezmek üzere yola çıktık. Aslında adanın tamamı koruma altındaymış. Milet adası yemyeşil, yaklaşık 40 km. uzunluğunda bir ada. Motorlu taşıt, kiralık verilen birkaç araç dışında, çok az.  Milli park girişinde 90 Kuna ödüyorsunuz ve bir minibüs sizi alıp 15 dk. bir mesafedeki gölün yanında bırakıyor. Minibüs kalkış noktasında saat başlarına 10 kala ve 10 geçe hizmet veriyor. Bu zümrüt gibi adada milli parkı bisikletle de gezebilir ve park içindeki göllerden birinde yüzerek mola verebilirsiniz. Milli park ücretinin içine botla gölün ortasındaki tarihi bir manastıra yapılan gezide dahil. Ada ve manastır çok güzel, burası minik bir rüya ülkesi sanki. Adanın tamamını kısa sürede dolaşıyorsunuz. Çok keyifli fakat manastır tamirat gördüğü için kapsamlı olarak gezmemiz mümkün olmadı ama yanındaki kiliseyi gezebildik. Yakınlarda bir de minik bir şapel var. Yaklaşık 1 saat sonra aynı bot ve minibüsle merkeze döndük. Akşam yemeğinde limana karşı “Antika” adlı restoranda Brudet yedik. Buğulama tarzı pişirilen bu balığın yanında tuzsuz mısır püresi ve haşlanmış patates getirdiler. Ahtapot salatasının da hem sunumu hem tadı çok güzeldi. Yemeğin yanında yerel şarap içtik ve toplam 340 Kuna ödedik. Sabah kahvaltıda taze krovasan, sandviç ve meyva suyuyla terasımızda nefis bir manzara eşliğinde kahvaltımızı yaptık ve sonra kendimizi o harika sulara attık.

Ertesi Sabah 11 deki feribotla yaklaşık 50 dk lık bir yolculuktan sonra Korcula’ya geldik. İner inmez sizi tıpkı Miljet’de olduğu gibi odalarını kiraya vermek isteyen onlarca insan karşıladı. Önce turizm bürosuna gitmeyi tercih ettik. Çevre hakkında gerekşi bilgileri ve haritaları aldıktan sonra pansiyon konusunda yardım istedik. Çok şanslıydık, Darinka’nın evine bayıldık. Çok konforlu olmayan ama tam denizin kenarında tarihi şehre 300 metre mesafede, balkon manzarası muhteşem bir ev burası. Biz çok memnun kaldık (Darinka Sessa 80 yaşlarında çok şirin bir teyze. Almanca ve İtalyanca konuşabiliyor. İngilizce çok zor anlaştık. Tel:+385(0) 20 711 355  İki kişi gecelik 210 Kuna ödedik.). Odaya yerleşir yerleşmez denize girdik. Daha sonra eski şehri dolaşmaya başladık. Bu adanın Marko Polo’nun doğum yeri olduğunu öğrendik ve yine bir rivayete göre Polo’nun dünyayı dolaştıktan sonra son günlerini burada geçirdiği söyleniyor. Gerçekten de burası doğal güzelliği, her yerden fışkıran zakkum çiçekleri, arnavut kaldırımları, kiliseleri, Venedik tarzı eski taş evleri ile gerçekten çok güzel bir ada. Ada 47 km. uzunluğunda en geniş yerinde 10 km olan ince uzun bir ada. Akşam yemeğimizi bir pizzacıda yedik. O dar, tarihi Korcula sokaklarından birinde tesadüfen girdiğimiz bir pizzacıda hayatımızın en lezzetli pizzalarını yedik diyebilirim (Amfora Pizza, Stari grad 17, Korcula) Üzerine acı biberli ve baharatlı saf zeytinyağı dökmeyi ihmal etmeyin. İkinciyi yiyeceğinizi garanti ediyoruz. Merkezde plansız oturduğumuz bir cafe de biralarımıza canlı Amerikan folk müziği eşlik etti. Hoş bir akşamdı. Sabah kahvaltımızı otobüs terminaline yakın bir yerde yapıp Lumbarda bölgesine doğru yola çıktık. (Otobüs kişi başı 15 Kuna). Olağanüstü bir kum plaja gittik. Burası Przina olarak geçiyor. İçinde fast foot yiyecek içecek satan bir cafesi, duşu tuvaleti, soyunma kabinleri var. Çok temiz ve düzenli bir yer. Denizde tek bir çakıl göremedik diyebiliriz. Açık renk kumlu bir plajda gerçekten yüzmenin keyfini tam olarak çıkardık.

1420 otobüsü ile merkeze geri dönüp, tüm Korcula’yı baştan başa görmek için 1500 otobüsü ile Korcula’nın diğer ucu olan Vela Luca’ya gittik. Adayı boydan boya geçmiş olduk. Her yer yemyeşildi. Özellikle üzüm bağları her yerde karşımıza çıktı. Vela Luka geniş caddeleri, sahil boyunca sıralanmış restoran ve cafeleri ile çok güzel ve sakin bir belde. Buradaki Katedrali ve müzeyi gezemedik saatimiz uymadı çünkü Korculada saat 14-17 arası bir tatil geleneği var. Bu yüzden resmi yerleri gezerken birkaç saatlik bu süreyi ayarlamanız gerekiyor. Akşamüstü Korcula’ya geri dönüp evimizin önünden tekrar denize girdik. Akşamüstü Korcula’nın tüm kilise çanları çalmaya başladı. Balkona çıktığımızda gördüğümüz görüntü eşsizdi. 5 direkli bir yelkenli tüm yelkenlerini açmış Korcula limanına giriyordu. Yaklaşık 5 dk boyunca çanların selamladığı yelkenliyi görmeliydiniz, çok özeldi. Akşam şehir merkezinde kısa bir gezintiden sonra Aziz Makro Katedralinin bulunduğu meydandaki pizzacıda pursitli pizzalalarımızı şarap eşliğinde afiyetle yedik. Burada en çok hoşumuza giden şey, hoş bir aydınlatmaya sahip katedrale karşı yemek yemekti. (pizza fiyatları hemen hemen her yerde 40-50 Kuna civarında. Ama biz bir akşam önce yediğimiz pizzayı unutamadık ve inanmayacaksınız ama kendimizden nefret ederek tekrar Amfora Pizza’ya gidip bir pizzayı paylaştık. (Kiloları ne yapacağız bilmiyorum.) Sahibi Üsküp’lüymüş. Çok az Türkçe bilmesine rağmen biraz sohbet edebildik. Oradan ayrılırken bize “eyvallah” diyerek iyi akşamlar dilemeye çalıştı. Dönüş yolu üzerinde kilisenin karşısında tavanlı bir avluda 8 kişinin kilise müziğine benzer parçaları seslendirdiklerini duyduk. Sesleri ve uyumları mükemmel çok sesli bir vokal korosuydu bu. O tarihi sokaklarda böyle bir konser bizi büyüledi. Halktan insanlar gibiydiler ama bu konuda çok iyi eğitim aldıkları belli. Onları daha çok dinlemeyi isterdik ama yarın Hvar’a gitmek için erken kalkacağız.

Sabah saat 6 da, kişi başı 33 Kuna ödeyerek Hvar’a giden feribota bindik. Yaklaşık 1,5 saat süren yolculuğumuz yarı uykulu geçti. Feribottan indiğimizde yine biz ördekleri yakalamak üzere limana gelen, ellerinde “sobe” yazılı kağıtlarla müşteri arayan pansiyon sahipleri arasında çok isabetli seçim yapamadık ve bu bize yaklaşık 700 metre tırmanmamıza mal oldu. Burada kalamayacağımızı anladık. Kanımızca oda bulma konusunda en sağlıklı yol biraz komisyon vererek (yaklaşık 80 Kuna) bir turizm acentesinden yardım istemek. Merkezde Fontana Turizm şirketi bize bu konuda yardımcı oldu ve kalabileceğimiz temiz ve çok hoş manzaralı bir oda buldu. Eve taş sokakları tırmanarak ulaştık. 1 saat dinlendikten sonra şehri dolaşmaya başladık. Hava oldukça rüzgârlı olmasına rağmen, Amphora otelinin önünde berrak sularda yüzdük. Bu adada da diğerleri gibi hemen hemen her noktadan denize girebilirsiniz. Daha sonra Benedict manastırını gezdik, fotoğraflar çektik. Merkezde dilim pizzalarımızı, dondurmalarımızı yedik.. Aslında tüm seyahatimiz boyunca hiç kötü bir pizza yemedik. İtalyan kültürü Hırvatistan’da oldukça hâkim. İtalyan dondurmaları da çok lezzetli ve ucuz. Bu bizim için sık verdiğimiz bir mola bahanesi haline geldi diyebiliriz.

Burası oldukça büyük bir ada. Yerel dilde adı “Uzun Ada” olarak geçiyormuş. Bir rivayete göre buradaki otel sahipleri havanın güneşli olmadığı günlerde misafirlerinin paralarını geri öderlermiş. Güneşin ve lavanta kokusunun eksik olmadığı bu ada da lavanta önemli bir gelir kaynağıymış. Losyon ve yağlar, endüstrinin önemli bir bölümünü oluşturuyormuş.

Venedik çağını yansıtan evler kordon ve yol boyunca dizilmiş. Hvar, diğer adalara göre yerleşimin daha tepe amaçlarına kurulduğu bol yokuşlu bir ada. Evlerin büyük bir kısmı yamaçlara yapılmış. Bu yüzden biraz yorulabilirsiniz ama manzara buna değiyor doğrusu. Limanın önündeki düz alan şehrin meydanı. Burada dini yapılar, çarşılar, tiyatro ve idari binalar var. Hvar meydanı gerçekten çok eğlenceli. Meydan, cafeler ve şık restoranlar ile dolu. Meydanın bir köşesinde, eskiden Hırvat halkına duyuruların yapıldığı Standarac Sütunu ve diğer köşesinde de bir zamanlar cumhuriyet donanmasının savaş öncesi suya indirilmeden önce bakımlarının yapıldığı Venedik Tophanesi bulunuyor. Meydanın diğer uzak bir ucunda da Osmanlılar tarafından yerle bir edilen Benedict manastırı ve Aziz Stephen Katedrali yer alıyor.

Hvar’daki kaleye altı eğimli, kıvrımlı geniş bir yolla meydandan yaklaşık 30 dk yürüyerek çıkıyorsunuz. Buraya araba ile de gidebilirsiniz. Çünkü yol kaleye kadar asfalt. Kale 8 30 da açılıyor ve giriş 20 Kuna.Tıpkı bizim Edirnekapı surları gibi kullanıma hazır. Yani eskiden kalan hemen hemen pek bir şey yok gibi. İçi de tamamen restore edilmiş. Buradan manzara olağanüstü. Surların üzerinde 2 adet top bulunuyor. Kalenin kulelerinden birinde yer alan hapishane çok ilginç. Şimdiye kadar gördüğümüz en bakımlı hapishane (tarihi filmlerdeki gibi). Buraya dar ve dik bir merdivenle iniliyor. Hücreler yaklaşık 2 metre boyunda ve enleri yaklaşık 1-1,5 mt. Kadar. Hücrelerin birinde prangalar, topuzlar ve işkence aletleri bulunuyor. Yazın sıcaktan bunalırsanız manzaralı hücrenizde serinleyebilirsiniz. İnsanın mahkûm olası geliyor.

Pursuit ve kaşar peynirli sandviçlerimizle nefis manzaralı balkonumuzda kahvaltımızı yaptık ve Pakleni (Cehennem Adaları) adalarına doğru yola koyulduk. Tekne turumuz kişi başı yemek dahil 200 Kunaya mal oldu. Pakleni adaları, Zdrilca, Palmizana ve Solin adlı 3 adadan oluşuyor. 3 ada da farklı koylarda yüzdük. Bazıları bu koy da uyumayı tercih etse de özellikle son ada (Soline) çok güzeldi. Palmizana bu adaların en gelişmişi. Özellikle yat turizmi için uygun bir koy sanırım. Burada şık restoranlar ve cafeler var. Akşamüstü odamıza dönüp hazırlandıktan sonra, meydanda çok hoş bir restoranda Black risotto ve Calamoz spagetti yedik. Black risotto mürekkep balığının mürekkebini kullanılarak pişirilen içinde deniz mahsulleri bulunan bir pilav. Gerçekten de siyah bir pilav. Lezzeti olağanüstü değil ama güzel denemekte fayda var.

Sabah 7 40 feribotu ile Split’e gidiyoruz. Kişi başı 22 Kuna ödedik. Şehre geldiğimizde merkeze çok yakın ama çok da severek kalmadığımız bir oda kiraladık. (300 Kuna). Eşyalarımızı odaya koyar koymaz Trogir’e geldik. Otobüs yaklaşık 1 saat sürüyor ve kişi başı 15 Kuna ödüyorsunuz. Trogir birkaç saatte gezilebilecek çok çarpıcı bir yerleşim. Buranın UNESCO Dünya Mirası listesinde önemli bir yeri var. Trogir, kendi adası üzerine kurulmuş, köprüleriyle anakaraya ve diğer büyük adalardan biri olan Ciovo’ya bağlanan çok önemli bir yerleşim. Yerleşimin yaklaşık 4000 yıldır devam ettiği bu ada tam bir şehir müzesi gibi. Kordonda (Riva) Venediklilerin Osmanlı saldırılarından korunmak için yaptığı bir kale var. Riva da dolaşıp kaldırım cafelerde soluklanabilirsiniz. Daha sonra ara sokakları gezmek size çok keyif verecek. Sanki Orta çağda gibi hissedeceksiniz. Buradaki en önemli eserlerden biri de II Trg. Ivana Pavla meydanındaki Trogir Katedrali. Radovan’ın şaheseri bu katedralin girişindeki o muhteşem kapının üst sahnelerinde Dalmaçya yaşamını betimleyen sahnelerin yanı sıra, altın kapıyı tutmaya çalışan Yahudi ve Osmanlı figürlerinin üstünde Adem ve hava yer almakta. Katedralin içinde gerçekten çok etkileyici bir şapel var. Aziz John şapeli, Dalmaçyalı mimar Nikola Frentinac tarafından yapılmış. Şapelde, Tanrı etrafına toplanmış 160 melek, küçük melek yüzleri ve azizler bulunmakta. Rehberin söylediğine göre bu şapelin en önemli özelliği Tanrı yüzünün yorumsal olarak betimlenmiş olmasıymış. Katedralin çan kulesine tırmanmayı sakın unutmayın. Tırmanmak bir hayli zahmetli fakat en tepede çanların yanında gördüğünüz manzara nefes kesici. Bayanlara bu kuleyi tırmanırken kısa etek önermiyoruz.

Ivana Pavla meydanında görebileceğiniz bir başka eser de 15 yy Venedik Galerisi. Trogir’in bir de minik yerel pazarı var. Her türlü sebze, meyve, zeytinyağ vb. içeren bir yiyecek bölümü ile giyim ve ithal hediyelik eşyaların satıldığı bölümü var. Tabii biz yine dondurmamızı ve buzlu meyve içeceğimizi hiç ihmal etmedik. Trogir’den Split’e tekne ile dönmeye karar verdik. Tekne kalabalıktı ama çevreyi sudan seyretmek geliş yolculuğumuzdan farklı olması bakımından ilginçti. (20 Kuna-1 saat). Split’e iner inmez, Diocletian Sarayının mahzen bölümünden gezdik. O dönemlerde farklı kullanım amaçlarına  (depo, zeytin ve üzüm ezme bölümü, vb.) hizmet etmiş olan bu bölümün gerçek amacı, saray denize çok yakın inşa edileceğinden, gerekli olan temeli bu kat sağlamış. Mahzen katında şu an birkaç sergi gezilebilmekte. Küf, rutubet kokusuna dayanabilirsiniz bakımlı ve aydınlatılmış bir bölüm.

Karnımız açıktı ve tarihi meydanın en sık restoranlarından birinde pizzadan sonra artık hafif bir şeyler yemeye karar verdik. Menümüzde çorba ve salata vardı. Domates çorbamızda pirinç, balık çorbamızda ise yok denecek kadar az balık vardı. Balık çorbasını burada genellikle duru ve terbiyesiz yapıyorlar. Lahana, salatalarda sıklıkla kullanılan bir sebze. Hırvatistan da en iyi şeylerden biri de yeme içme mekânlarının oldukça standart ve ekonomik olmasının yanı sıra, yediğiniz içtiğiniz ne ise liste fiyatından onu ödüyorsunuz. Bizdeki gibi kuver, bahşiş beklentileri yok.  Split’i gerçekten çok beğendik. Split limanın arkasındaki kordon boyu çok canlı, kalabalık. Kordon boyunca sayısız restoran ve cafe hizmet veriyor. Tüm kordon boyunca uzanan ve bu yerlerin üstünü örten, şehrin tarihi karakteristiğine hiç de uymayan bir tente tasarımının buraya yakışmadığını düşündük. Oldukça modern fakat anlamsız ve uyumsuz duruyor.

Split’in tarihi sokaklarında ara sıra sokak konserlerine şahit olduk. Genellikle yerel şarkıları seslendiren gruplardan bir de CD satın aldık. İstanbulda sık sık dinliyor anılarımızı tazeliyoruz bazen.

Alışveriş yapmak için çok uygun bir şehir Split. Bayanlara duyurulur.  Çok sayıda ayakkabı dükkânının bulunduğu bu şehirde çok ünlü markaları da bulmanız çok olası. Diocletian Sarayı Split yaşamının bir parçası adeta. İÖ 295-305 yılları arasında yapılan saray, Roma imparatoru Diocletian’ın inziva evi olarak tasarlanmış. Yine UNESCO’nun Dünya Mirası listesinde yer alan bu saray, zamanla orada yaşayan insanların ihtiyaçlarına göre şekillenmiş ve değişikliklere uğramış. Sarayın bazı bölümlerinin halk tarafından çeşitli işlevlerle kullanılmasına inanamadık. Burası yaşayan bir müze gibi ama bu alandaki evler, cafeler, barlar ve restoranlarla bir şehir vahasına dönüşmüş durumda. Bronz kapıdan geçerek bir dizi sütünün yer aldığı bir yoldan geçerek çok önemli bir meydana geliyorsunuz. Bizim orada bulunduğumuz tarihte, Split festivalindeki etkinliklerden biri olan bir operanın sahnelenmesi provası vardı. Provadan uzaktan bile çok etkilendik. Ama premier biz ayrıldıktan sonra gerçekleşecekmiş. Bu alan gündüz de birkaç Roma askeri kostümlü göstericilerin sahnesi olmuştu. Hatta onlarla resim çektirme fırsatını bile yakalayabildik. Okuduğumuz bir bilgiye göre içinde Roma kralının mezarı bulunan Aziz Domnius katedralinin bir özelliği var. Bu yapıda ruhani işlevin yanı sıra, kralın hristiyanları aslanlara atma eğilimi de ironik olarak yansıtılmış.

Daha kuzeyde Altın Kapı yer alıyor. Kapının hemen dışında ünlü heykeltıraş İvan Mestroviç’in devasa eseri Grugr Ninski heykeli yer alıyor. Gerçekten muhteşem. İnternetten öğrendiğimiz bilgiye göre Ninski kiliseye ve papaya karşı çıkan bir rahipmiş. Halk arasında, heykelin ayak parmağına dokunduğunuzda size şans getireceğine dair yaygın bir inanç var. Orijinal yerinin saray içinde olduğu söylenen heykel, II Dünya savaşında İtalyanlar tarafında şehir dışına taşınmış, son olarak da bu günkü yeri olan Altın kapı dışında konuşlandırılmış. Sarayın çevresine genel olarak bakıldığında aslında çevrenizde bir müze değil de içinde yaşanılan sıradan mekânların bir bütününü görüyorsunuz sanki. Bir mesken, bir depo veya restoran saray çevresinin bir parçası olmuş. Aslında çoğu yerde ciddi bir bakımsızlık da gözleniyor. Çevreyle ilgili biraz hayal kırıklığına uğradık desek yanlış olmaz sanırım. Akşamüzeri kapanış saatini Split etkinlikler broşüründen edindiğimiz Mesrtoviç müzesine gittik ama maalesef bize verilen bilgi ile müzenin kapanış saati birbirine uymadı ve Mestroviç müzesine sadece dışarıdan bakabildik. Marjan bölgesinde yer alan sanatçının evindeki koleksiyonunun sergilendiği bu galerinin gerçekten görülmesi gereken bir yer olduğu söyleniyor. Maalesef biz bunu kaçırdık. Sanatçı Amerika’ya göç etmeden önce eserlerini bu evde oluşturmuş. Split temmuz ayı ortalarında başlayan ve Ağustos ortalarına kadar devam eden çok önemli ve güzel gösterilere ev sahipliği yapıyor. Programınızda bunu değerlendirmenizi öneririz.

Ertesi sabah 9 otobüsü ile Krka milli parkına gitmek üzere yola çıktık. 1 saat 50 dk. süren yolculuğumuza kişi başı 65 Kuna ödedik.  Bu parka Split’ten olduğu gibi Zadar ve Trogir’den de otobüs bulabilirsiniz. Sibenik terminalinde inip bir başka yerel otobüsle Krka’ya gelmek 20 dakikamızı aldı (17 Kuna). Mili park inanılmaz bir doğa harikası. 40 km den daha uzun bir alanı kaplıyor. Burayı çok tavsiye ediyoruz. Burası bir cennet, zümrüt bahçesi adeta. Krka nehri üzerinde oluşmuş göller ve farklı büyüklükte birçok şelale var. Çok çeşitli bitki ve hayvana ev sahipliği yaptığı söylenen parkta, küçük göllerdeki irili ufaklı alabalıkları elinizle hemen yakalayıverecekmişsiniz gibi geliyor insana. Bu arada alabalıkların gofret yemediğini anladık. Burada 17 basamaktan oluşan bir şelale grubu var.Parka giriş için 80 Kuna ve servis otobüsleri sizi parkın içinde pek çok şelalelerin en büyüklerinden birisi olan başlanğıctaki Skradinski Buk’una  götürüyor. Bu şelalelerin üzerinden aktığı doğal duvar geride çok büyük bir göl oluşmasına sebep olmuş. Bu gölde gezi yapan bir tur teknesi ile gezebiliyorsunuz. Gölün ortalarında bir yerde üzerinde bir manastır olan bir ada var. Oraya kadar olan gezi yaklaşık 3 saat sürüyor ve 70 kuno, eğer daha uzun bir tekne turu almak istiyorsanız +20 Kuna) ödüyorsunuz. Uzun turda adadan ileriye gölün bittiği yerdeki şelaleye ulaşıyorsunuz (burada göle girebiliyorsunuz) ve toplam gezi 5 saat sürüyor.

Parkta yöre insanlarını eskiden nasıl yaşadıklarını yansıtan birkaç da sergi ve düzenek hazırlanmış. Su değirmeni ile un öğütülmesi, keçe yumuşatılması, ve keçe yıkanması birebir orijinali gibi yapılmış ve çalışır vaziyette görebiliyorsunuz. Görsel kalitesi oldukça yüksek, gerçekçi hazırlanmış, başarılı bir sergi. Kırka milli parkının ziyaretçilere açık bölümlerinin çok büyük kısmını tahta parkurlar üzerinde ve ağaçların gölgelerinde çok rahat alıyorsunuz. Bu yolun sonunda dondurma yemediğimizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Buralarda bol bol fotoğraf çektik. İsteyenler sırt çantalarını terk edip şelalelerin oluşturduğu göletlerde yüzdüler. Skradinski Buk, yüzülebilecek bir nehir. Yolda yerel meyve ve kuruyemiş satan insanlardan badem ve ceviz satın alarak yolumuza devam ettik. Bize ikram ettikleri yerel şarapları tatmaya da hiçbir itirazımız olmadı. Bu gezinin en özel bölümü de tekne turumuzdu. Tamamı yaklaşık 5 saat kadar süren turda manzara eşsizdi. Yemyeşil bir cennetin içinde sıklıkla çok güzel kıyılara rastlıyor, bazen de sarp bir kayanın gölgesinden kıvrılıveriyorsunuz. Yolumuzun yarısında 15. yy. Aesop Fable’larına konu olmuş Franciscan manastırının bulunduğu minik bir adada mola verdik. Manastırın içinde eski dönemlere ait resim ve fotoğraflar sergileniyor. Aynı zamanda eski çağlara ait antika kupalar, kılıçlar ve giysiler sergilenmekte. Ama bize en ilginç gelen şey, rehberimizin anlattığı bir bilgi oldu. Manastır sakinleri içme suyu elde edebilmek amacıyla, göldeki ağır minerallerin etkisini azaltmak ve suyu tutabilmek için kuyunun içini 2000 yumurtanın akı, su ve kireç taşını karıştırarak elde ettikleri karışımla sıvamışlar. Böylece bir cins su arıtma sistemi oluşturmuşlar. Acaba 2000 yumurtanın sarısını ne yapıyorlardı?? Adanın her yeri bir çiçek bahçesi. Kendimizi pamuk prenses yedi cüceler ormanında sandık birden, rüya gibi. Bu adanın adı Visocav. Manastırı rehberimiz eşliğinde gezdik. Hediyelik eşya ve dondurma satan minik bir satış noktasından dondurma almayı da ihmal etmedik tabii.

30 dk sonra teknemiz hareket ederek gölün 45 dakika sonra gölün sonundaki şelaleye ulaştık. Tekne olabildiği kadar şelaleye yaklaştı. Şelalenin döküldüğü yerde sürekli bir gökkuşağı vardı. Dönmeden önce gölde kısa bir yüzme molasından sonra teknemize geri döndük. Dönüş yolculuğumuz grup vaktine denk geldi. Evine dönmeye hazırlanan güneş bize müthiş bir ışık ve görüntü gösterisi sundu. Biz Krka’ya doyamadık umarız siz de doyamazsınız. 

Split’e aynı güzergahtan saat 22 30 gibi dönebildik. Çok yorulduk ama her şeye değdi doğrusu. Odamıza gidip duş alıp bavullarımızı hazırladık. O akşam yerel bir tavsiye üzerine Pizzeria Galija adlı bir restorana gittik, aynı zamanda bar ve dekorasyonu çok güzel. Sadece pizza menüsünde 27  çeşit pizza saydık. Ispanaklıdan balıklı pizzaya kadar ne isterseniz ikiletmeyecek bir menü. Üstelik fiyatlar çok uygun. Split’e gelirseniz şiddetle buraya gelmenizi tavsiye ederiz.

O gece Dubrovnik’e otobüsümüz 01 30 da hareket etti. (Otobüslerde 6-7 Kuna kadar bagaj ücreti alınıyor.) Sabah 5 30 da Dubrovnik’e ulaştık. Bu sefer fazla zorlanmadık çünkü daha önceki gelişimizde uğrayıp kartını aldığımız Katica’nın sobesine (oda) hemen yerleştik. Yerleşip biraz dinlendikten sonra sıcak çok bastırmadan 8 30 gibi surları gezmeye koyulduk. Yaklaşık 1-2 saat süren bu geziyi sabah erken saatte yapmanızı öneririz, çünkü gün içinde eski şehir bir fırından farksız oluyor. Surlardan şehri seyretmek harika. Surlar kuzeyde kireç taşı kayalıklarından, Adriyatik’in burçlarla buluştuğu kıyı şeridine ve eski limana kadar şehir etelerlinin hemen hemen her yerinde karşınıza çıkıyor. Bilet satış noktalarından kombine sesli tur alarak da Dubrovnik tarihini öğrenebilirsiniz. Daha sonra eski şehir içindeki tarihi yapıları gezmeye koyulduk. Dubrovnik’deki tarihi şehirden eski diye bahsetmek haksızlık olur.Herşey pırıl pırıl, bir tane bile kırık taş bulamazsınız sanki bugüm kuşatmaya ve savaşa hazır. Geçmiş iç savaşı bahane ederek tüm şehri orijinal hali ile yeniden yapmışlar. Dubrovnik tarihi şehirlikten çıkmış adeta bir tarihi Disneyland olmuş. 

Stardun, eski şehrin yaya olarak gezilen bölümü ve yerel dilde adı Placa. Bu bölge Dubrovnik’in eski adı ile Ragusa’nın 12.yy da yeniden doldurulmasıyla oluşturulmuş. Bu cadde cafe, bar ve restoranlarla dolu ve her köşesi çok şık ve özel. Kalabalığa rağmen şehrin gelişimi kontrollü olduğundan pencerelerdeki tahta kepenkler ve sokak lambaları bile aynı renk. Burada hediyelik eşya satan bir çok küçük ve şirin dükkana rastlıyorsunuz. Aynı zaman da harika el işi örtülerde size çok farklı seçenekler sunuyor.

Fransiscan Manastırı içinde birçok eserin sergilendiği Manastır Hazine Müzesi görmeye değer gerçekten. Manastırın içerisinde zamanında bir inziva odası olan bir eczane mevcut. Duvarlarında dini bazı resimler bulunan bu eczanenin dünyanın en eski eczanelerinden biri olduğu söyleniyor. Bu binada bir laboratuar ortamında ilaç yaparken kullanılan birçok kap ve şişe benzeri malzemeler sergileniyor.

Gezdiğimiz bir sonraki yapı Sponza Sarayı. 14.yy da saray, darphane binası olarak hizmet vermiş. Bu gün ise devlet arşivi ve festival süresi boyunca da kültür etkinlik binası olarak hizmet vermekte.

Aziza Blaise kilisesi 18.yy barok tarzı bir kilise. Stardun’un markezinde Luza meydanına açılan bir noktada bulunan bu kiliseyle “Azize Blaise 17.yy. da Dubrovnik’in nasıl göründüğüne ilişkin ve bu şehri nasıl sevdiğini ispatlayan bir modeli göstermek istemiş” diyor bir yorum.

Gezdiğimiz diğer bir yapı da yine Stardun sınırları içinde bulunan Rektörlük Sarayı. İçinde minik bir ceza hücresiyle, üst katlardaki belediye başkanı odası ve ofisleriyle son derece etkili olan bu binada zamanın birçok despot örneğine karşın son derece demokrat bir anlayışın hüküm sürdüğü söyleniyor. Sınırlı görev sürelerine sahip rektörlerin, iş gereği hariç, ofislerini terk etmeleri yasakmış. Binada o döneme ait bazı görevli kostümleri ve tek kişilik ulaşım çekçekleri sergilenmekte. Bu gün bu binanın bahçesi, yaz aylarında müzik ve dans gösterilerine sahne olmakta. Yukarıdaki loş ışıklı mekân, Dubrovnik’in, Ragusa Cumhuriyeti dönemine ait tarih ve günlük yaşam konulu gösterilerine sizi davet ediyor.

Stardun da gezdiğimiz bir başka tarihi yapı da Katedral. Efsane bize bu katedralin Dubrovnik’de bir kasırgada hayatta kalmayı başarabilen İngiliz aslan yürekli Rişar (Richard) tarafından yapıldığını söylüyor. Bu barok yapı 3 geçitle bütünleşip büyük bir gök kubbeyle gökyüzüyle buluşuyor. Buradaki esas hazine, altın, gümüş el sanatları eserleri ve Azize Blais’nin kendi kafatası, kol ve bacaklarıdır.
*******************
Stardun gezimizden sonra Rektörlük Sarayının karşısında şık bir cafede kendimize buz gibi bira ısmarladık. Tarihin tam orta yerinde biralarımızı yudumlarken yeni evlenecek bir çiftin düğün kıyafetleri ile tarihi mekanların önünde poz vererek resim çektirmelerine şahit olduk. Dubrovnik evlenmek ve balayı için romantik bir şehir sayılabilir. Akşam pansiyonumuza çok yakın bir noktadaki Mimoza Restoranda (+385 (0) 20411157) canlı yerel müzik dinleyerek bir balık tabağı ısmarladık. Karides, kalamar, 3 çeşit fileto balık ve bir tam lüferden oluşan tabağın yanında patates ve ıspanak servis edildi. Hepsi gerçekten çok nefisti, ama tüm çabalarımıza rağmen iki kişi o tabağı bitirme konusunda başarılı olamadık. Bu harika yemek ve içki için sadece 400 kuna ödedik.

Ertesi gün eski limandan bir yolcu teknesine binerek, 3 adadan oluşan Elaphiti (Geyik) Adalarına yola koyulduk. Koloceo, Lopud ve Cipan adalarından oluşan bu gezi için kişi başı 250 kuna ödedik ama yiyecek, içecek ve servis açısından bizim Marmaris, Bodrum tekneleri ile kıyaslanamaz bile. Bu teknede, son derece lezzetsiz şarap ve yemek servisi biraz canımızı sıktı. Size her birinde en az 1 saat kaldığımız adalardan birinde yemek yemenizi öneririz. Hem de teknede yemek için ekstra 80 kuna ödememiş olursunuz. Adalarda sevimli, minik birkaç lokanta bulacaksınız. Özellikle sık ağaçlıklı bir ada olan Lokrum çok hoş bir ada. Bitki  çeşitliliği çarpıcı. Adada nerdeyse ağaç büyüklüğünde deve tabanları kaktüsler ve rengârenk bir bitki örtüsü var. Burada kumsal var ama biz önermiyoruz, biz burada yüzmedik. Adanın yeşilliği çok daha çarpıcı ve kalite diğer adalara göre daha yüksek.

Aynı günün akşamı eski limanda mum ışığında bir yemek yedik. Ortam yemekten daha özeldi ama masa bulmakta zorlandık biraz beklemek zorunda kaldık. Ama hafif müzik ve mum ışığı bize bu sıkıntımızı hemen unutturdu.

Ertesi gün saat 8 de Mostar otobüsüne bindik.  Terminale gitmek için taksi tutmanıza gerek yok. 1A veya 1B otobüsleri her 15 dakikada bir sizi terminale götürüyor.  2saat 30 dakika süren yolculuğumuz sonunda Mostar’a indiğimizde biraz moralimiz bozuldu. Özel turizm bürosundaki zatı muhteşem hemen hemen hiç İngilizce bilmiyordu. Etraf sanki Topkapı semtinin eski hali. Hemen bir taksiye atlayıp (10 kuna) eski şehre gittik. Bir pansiyon bulmamız çok vakit almadı. Mostar (Köprü bekçisi) köprüsü, Nreretva nehri üzerine kurulmuş olup yerel dilde Stari Most (Eski Köprü) olarak biliniyor.Yüksekliği 21 metre olan köprü, savaşta paramparça edilen köprü parçaları nehirden çıkarılarak Türkiye’nin maddi katkıları ve Unesco’nun desteği ile yeniden orijinal haline uygun olarak inşa edilmiş ve 2004 yılında yeniden açılmış. Mostarda16. yy dan kalan camileri, eski Türk evlerini ve hediyelik eşyaların satıldığı eski çarşıyı görünce kendinizi Türkiye de hissedebilirsiniz. Akşam vakti yüksek bir noktadan ışıklandırılmış köprüyü görmek çok keyifli doğrusu. Köprüye bir de aşağıdan bakmayı ihmal etmemelisiniz. Üstelik aşağıdaki tek cafe de bir de salıncak var. Çok keyifli.

Ertesi sabah 8 treni ile Mostar’dan Saraybosna’ya geri dönmek için yola koyulduk. Tren eski ve bakımsız olmasına rağmen seyrettiğimiz manzara keyfimizi yerine getirdi. Dağları aşarak, nehirleri geçerek fotoğraflar çektik. Geçtiğimiz bir tünel o kadar uzundu ki bir ara hiç bitmeyecek sandık. Yaklaşık 2 saat 30 dakika süren yolculuğumuz inanılmaz bir dakiklik ile Saraybosna’da son buldu.Tramvay ile önceden kaldığımız Lion pansiyona geri döndük ve soluğu nerde aldığımızı tahmin edersiniz, “Zeljo!!” Ailemizin cevabicisi. Kendimize nefis bir öğle yemeği ziyafeti çekerek şehrin farklı noktalarını gezmeye başladık.

Ortodoks kilisesinin karşı caddesi Zelenih Beretki’de  Bosna Hersek’in en büyük milli galerisini gezebilirsiniz Hafta içi 10-15 arası açık olan galeriyi maalesef günümüz uymadığı için gezemedik. Burada 1568 adet eser sergileniyormuş. Kaçırdığımıza çok üzüldük. Ferhadja caddesinin Marsala Tita caddesiyle buluştuğu noktada (Vjecne Varta) sonsuzluk ateşi yanıyor. Sarayova’yı faşistlerden kurtarmak için canlarını vermiş Sırplar, Hırvatlar, Müslümanlar ve diğer partizanlar anısına sürekli yanmaktadır.

Daha batıda Alipashine (Bosna valisi Ali Paşa) camii bulunur. Mimarı Sinan’ın öğrencisiymiş. Baş Çarşıdan aşağıda, nehrin karşı kıyısında 1984 Olimpiyatları için yapılmış Skenderija alışveriş merkezi var. Vakit sorunumuzdan içini gezmeye fırsat bulamadık ama dışarıdan modern olmaya çalışan kocaman sevimsiz bir bina görünümünde. Buranın alt katında Çağdaş Sanatlar Müzesi yer alıyor.

Yaya yolundan nehrin güneyine doğru aynı güzergahta Bosna Hersek’in tek evangelist kilisesini görürsünüz ama burası günümüzde Saraybosna sanat Akademisi olarak hizmet vermekle birlikte bu günlerde tadilatta ve sadece alt katta 1-2 resim çekebilmemize izin verdiler.

Saraybosna’da en önemli yapılardan biri de Miljacka nehri üzerinde bulunan Latinska Cuprija (sanırım Latin köprüsü). Bu köprü, 1914 de Dünya savaşının başlamasına neden olan, Avusturya- Macaristan imparatorluğu prenslerinden Franz Ferdinad ve eşi Sophia’nın Sırp aşırı milliyetçi Gavrilo Princap tarafından katledildiği yerdir. Bu suikast üzerine Avusturya savaş açmıştır. Bu köprü zamanında 1978 de tüccar ve hayırsever Hacı Abdullah Brigo tarafından yaptırılmıştır.

Bu bölgeye yakın bir başka Osmanlı eseri olan Cerava Camii bulunur. 1457 de yapılan camiinin mimarı Sarayova’nın ismini aldığı Saray kalesinin mimarı İsa Bey tarafından yapılmıştır ve camii, Fatih Sultan Mehmet’in Sarayova’ya bir armağanıdır. Ama günümüzdeki camii, 1566 da Kanuni tarafından yeniden yapılmıştır.

Burada gezilecek yerlerden biri de Sarajevo Bira Fabrikası.  Bu binanın en önemli özelliği, altında su bir kaynağı bulunduğundan, savaş sırasında Saraybosna’nın su ihtiyacını karşılayarak insanların hayatta kalmasını sağlamış olması. Ziyarete açık değil ama fabrikanın arkasında alt katta harika bir dekorasyona sahip bir restoran-bar hizmet veriyor. Kapıyı açıp girdiğinizde gözlerinize inanamıyorsunuz. Bira mönüsü inanılmaz geniş. Akşam saatlerinde yemek eşliğinde canlı pop müzik dinleyebilirsiniz. Biz çok keyif aldık. Son gecemizde gidebileceğimiz en güzel mekânlardan biriydi sanırım.  Akşam Bira fabrikasına ait restoran barda harika bir ortamda enfes bir yemek yedik ve ertesi gün erken yola çıkacağımız için daha geç kalmamaya karar verip odamıza döndük. Yarın memleketimize dönüyoruz. Bize iyi yolculuklar. Umarın sizin de bir gün yolunuz oralara düşer. Hoşçakalın.Safiye - Berk BELLAZ....."

Sahip olduklarınızın kıymetini bilmeniz dileklerimle...
           Sağlık,özgürlük,sevgi,aile,güvenilir dostlar...her ne sizi mutlu kılıyorsa...





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder